ASALETİN UNUTULDUĞU ÇAĞA DAİR BİRKAÇ NOT

Asıl asalet, insanın üzerinde taşıdığı unvanlarda, cebindeki kartvizitlerde ya da dijital vitrinlerde sergilediği sahte parıltılarda değil; yüreğinde sakladığı insanlıkta gizlidir. Asalet, bir bakışta kibir taşımamaktır, bir sözde incitmemektir, gücü eline geçirdiğinde adaleti unutmamaktır. Ne var ki modern zamanlar, bu sessiz ve vakur asalet bir fazlalık gibi görülüp kenara ittildi. Hızın erdem, gürültünün hakikat, görünürlüğün değer sayıldığı bir çağda; hayâ, nezaket ve adalet, modası geçmiş kavramlar olarak alaya alındı.

Modernleşme denilen bu büyük masal, insanı yüceltme iddiasıyla yola çıkıp insanı küçülten bir serüvene dönüştü. Beton yükseldi, kalpler alçaldı; teknoloji ilerledi, hikmet geriledi. Her şey ölçülebilir hâle geldi ama vicdan ölçü dışı bırakıldı. İnsanlar “haklı” olmaktan çok “hakim” olmanın peşine düştü. Oysa güç, edep ile birleşmediğinde zulmün yalnızca daha sofistike bir biçimidir. Modern insan, nezaketi zayıflık; hayâyı geri kalmışlık; adaleti ise kendi çıkarına hizmet ettiği sürece anlamlı sayar oldu.

Hâlbuki dinî ve ahlaki mirasımız, asaleti yüreğin terbiyesi olarak tarif eder. “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” buyruğu, asaleti toplumsal bir sorumluluk olarak kodlar. Kur’an’da övülen “takva”, gösterişsiz bir asalettir; insanın kendini denetlemesi, haddini bilmesi, başkasının hakkına titremesidir. Peygamber ahlakında asalet, kapıyı çalana kim olduğunu sormadan açmaktır; güçlüyken affedebilmek, haklıyken susabilmektir. Bu erdemler, bugünün parıltılı vitrinlerinde yer bulamaz; çünkü sessizdirler.

Modernite ise sessizi sevmez; bağıranı, teşhir edeni, arkadan çekiştireni, ispiyoncuları, kendini pazarlayanı ödüllendirir... Sosyal mecralarda erdem, bir fotoğraf filtresine indirgenir; yardım, bir etiketle kutsanır; adalet, trend olduğu sürece savunulur. Nezaket, hızın önünde engel sayılır; hayâ, “özgürlük” adına alaya alınır. Böylece insan, kendini yüceltirken içini boşaltır; her şeye sahip olur ama kendine yabancılaşır. Asaletin yerini alan şey, iyi paketlenmiş bir bencilliktir.

Oysa özlenen insan tipi bellidir: Sözünün tartısını bilen, susmanın da bir ahlak olduğunu kavrayan; elini uzattığında karşılık beklemeyen; gücü varken merhameti seçen insan. Hayâsı yüzünden okunan, adaleti davranışlarına sinen, nezaketi doğal olan insan… Bu insan tipi ne nostaljik bir hayal ne de romantik bir masaldır; insanlığın omurgasıdır. Bu omurga kırıldığında toplum dik duramaz, yalnızca ayakta kalıyormuş gibi yapar.

Modernleşme, post modernite veya post truth'u yerin dibine sokulması gereken yanı tam da buradadır: insanı araçsallaştıran, erdemi verimsiz sayan, ahlakı bireysel tercihe indirgeyen kibridir. Medeniyet, gökdelen sayısıyla değil; yetimin başını okşayan elin sayısıyla ölçülür. İlerleme, makinelerin hızında değil; kalplerin yumuşaklığındadır. Asalet, algoritmaların değil, vicdanın işidir. Vicdan sustuğunda, en gelişmiş şehirler bile çoraklaşır.

Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey yeni bir uygulama değil; eski ama diri bir hakikat: Asalet, Resulullah sevgisi ile yürekte başlar. Gösterişsizdir, sessizdir ama sarsılmazdır. Hayâsını kaybetmeyen, adaletten şaşmayan, nezaketi hayatının dili kılan insanlar çoğaldıkça; modernitenin gürültüsü anlamını yitirir. Çünkü asalet, her çağda, eninde sonunda, bütün maskeleri düşüren ve Yaradana kavuşturan pür bir varlıktır.

Asalet, dilde yumuşaklık, kalpte adalet, elde temizliktir. Haksızlık karşısında susmayan ama kötülük karşısında kirlenmeyen bir duruştur bu. Kendini yüceltmek için başkasını küçültmez; öfkesini haklı gerekçelerle süsleyip zulme dönüştürmez. Asil olan bilir ki; şeref kalabalıkların alkışında değil, vicdanın sessiz onayındadır. Makam geçicidir, güç emanet, söz ise şahittir. Bu yüzden asil insan az konuşur, derin düşünür; hüküm verirken acele etmez, affederken gösterişe kaçmaz.

Asalet, insanın içindeki hayvanı terbiye edip, içindeki insanı ayakta tutabilmesidir.