TAHAMMÜLÜN İNCE ÇİZGİSİNDE İNSAN KALABİLMEK
Tahammül… İnsan hayatının daha ilk adımlarında, süt kokan çocukluğunda öğrendiği o görünmez ama keskin kavram. Oyuncağı elinden alındığında bile “bekleme”yi, sıraya girmeyi, büyüklerin sesine susmayı talim eder insan. Sonra büyür; hayata, insana, çevreye, sosyal normlara, rollerine, statülere ve bütün bu yapının çatışmalı süreçlerine tahammül etmeyi omuzlarında bir yük değil de kaderin vazgeçilmez bir parçası sanarak yürür gider. Çünkü insan bir noktada, tahammül etmeyi ‘yaşamın şartı’ gibi görür; oysa çoğu zaman, o şartı pekâlâ değiştirebilecek kudrete de sahiptir.
Zaman ilerledikçe tahammülün alanı genişler: Bürokratik hayatın kasvetli koridorlarında, siyaseti bilmeyen idarecilerin hoyrat tavırlarında, politik kişiliklerin göz boyayan cümlelerinde, belediye ve muhtarlık makamında oturmanın ötesine geçemeyen, ama kendini “devlet aklı” sanan figüranlarında… Her biri, insanın sabır terazisinin bir kefesine ağırlık üstüne ağırlık koyar. Bu noktada tahammül, kişisel erdem değil; adeta toplumsal bir zorunluluk, bir tür sessiz direnişin yanlış anlaşılmış hâline dönüşür.
Basına bakarsınız; hakikatin değil, hakikatin etrafında dönen zırvalıkların çokluğu insanı dehşete düşürür. Sabah haberlerinde gördüğünüzle akşamki yorum birbirini nedense hiç tutmaz, tutsa da gerçeğin kapısından içeri girilmez. Yalanın profesyonelleştiği, magazinin akıl sınırlarını zorladığı, haberin haber olmaktan çok sansasyon zincirinin bir halkasına dönüştüğü bu atmosferde birey yine tahammüle zorlanır. Çünkü bağıra çağıra itiraz ettiğinde, sesi çoğu zaman kakofoninin içinde kaybolur.
Hayatın merkezine yerleştirilen bu tahammül kültürü, insanı zamanla ya yorar ya da ustalaştırır. Ustalaşmak, suskunluğu değil; doğru yerde söz almayı, doğru noktada direnç göstermeyi, toplumsal körlüğe teslim olmamayı gerektirir. Zira tahammül etmek; her şeye boyun eğmek değil, gereksiz yere enerjiyi harcamadan doğru mücadele alanını seçebilmektir. Asıl incelik de zaten buradadır.
İdarecilerin, politik aktörlerin, yerel yöneticilerin ve otorite kırıntılarını elinde tutmanın verdiği yetki sarhoşluğuna kapılmış kimselerin karşısında tahammül çoğu zaman bir ‘koruyucu zırh’ işlevi görür. Zırhtır; çünkü lüzumsuz tartışmaların, hoyrat eleştirilerin, ölçüsüz taleplerin karşısında insanı ayakta tutar. Ama aynı zamanda ağırlıktır; çünkü olması gereken değişimin önünde pasif bir kabul gibi durabilir. Bu ikili hâl, tahammülü insan psikolojisinin en girift düğümlerinden birine dönüştürür.
Toplumun çeşitli katmanlarında, sosyal rollerin ve statülerin çatıştığı her alanda tahammül etmek bazen zarafettir, bazen çaresizlik, bazen de stratejik bir duruştur. İnsan, hangi durumda hangisini yaptığını fark ettiğinde, hayatın kendi omzuna yüklediği gereksiz ağırlıkları ayıklamaya başlar. Bir memurun anlamsız ısrarına, bir muhtarın kibirli bakışına, bir idarecinin sorumluluktan kaçan tavrına tahammül etmek, çoğu zaman onların sanıldığından daha değersiz olduğunu hatırlatır. Çünkü tahammül bazen, karşıdakinin aslında gücünüzün ulaşamadığı bir otorite değil, sadece küçük bir rol oyuncusu olduğunu fark etmenin adıdır.
Ve asıl dehşet eden nokta: İnsan bazen en çok, kendi tahammül sınırlarını zorlamaya tahammül eder. Kendine sabreder; kendi öfkesini yönetir, kendi içindeki isyanı terbiye eder. Bu içsel disiplin, onun hayata tutunma biçimidir. Çünkü insan bilir ki tahammülün bittiği yerde karakterin hakiki sesi duyulur.
Sonuçta, tahammül etmek hayatın kaçınılmaz bir parçasıysa, asıl maharet onu doğru yerde kullanabilmektir. Tahammül, kişiyi büyüten bir erdemdir; fakat yanlış kullanımda, onu körelten bir zincire dönüşebilir. O yüzden insanın yapması gereken, tahammülün dozunu iyi ayarlamak, sabrın nerede fazilet; nerede esaret olduğunu ayırt edebilmektir. Çünkü hayat, tahammül edenlerin değil, neye tahammül edilip neye edilmemesi gerektiğini bilenlerin omuzlarında yükselir.