Modern çağın en belirgin yanılgısı, insanın değerini dış görünüşle ölçmeye başlamasıdır. Bürokratik koridorlardan medya stüdyolarına, sanat kulislerinden siyaset salonlarına kadar her yerde “şık/ciks görünmek” bir meziyet, doğal olmak ise bir eksiklik gibi sunulur. Oysa bu parlak ve markalı kumaşlar, çoğu zaman içi boş bir gösterinin dekorudur. Kaliteyi karakterde değil, kravatın markasında; asaleti ahlakta değil, ayakkabının parlaklığında arayan bir zihniyet, aslında kendi varlığını da bir vitrin malzemesine dönüştürmektedir.

Sosyolojik olarak bakıldığında, bu “görünür olma” tutkusu, bireyin toplumsal onay alma arzusunun çarpık bir yansımasıdır. İnsan, ait olduğu çevrede fark edilmek, güçlü görünmek gibi doyumsuz bir arzusunu tatmin etmek ister. Ancak bu arzunun hastalıklı biçimi, kişiyi bir “gösteri nesnesi” haline getirir. Bürokratın ceketi, sanatçının fularıyla; siyasetçinin kol düğmesi, gazetecinin gözlüğüyle yarışır. Artık herkes görünmek istiyor, fakat neredeyse hiç kimse “görülmeye değer” olmayı dert etmiyor.

Ruhi açıdan bu hal, özgüven eksikliğinin veya eksiklik duygusunun zarifçe paketlenmiş biçimidir. Şık giyinmenin ardına gizlenen birey, çoğu zaman kendi yetersizliklerini süslerle örtmeye çalışır. Kendini değil, kıyafetini konuşturur. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu durumu çok önceden işaret etmiştir: “Allah, ne suretlerinize ne de mallarınıza bakar; O sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 33). Demek ki mesele, elbisede değil, kalpte başlar. Ruhu çıplak, vicdanı lekeli olanın giydiği pahalı takım, içsel yoksulluğun yalnızca şık bir ambalajıdır.

Ahlaki yönden bakıldığında ise mütevazı giyinmek, insanın iç huzuruyla doğrudan ilişkilidir. Hz. Ali’nin “İnsanın değeri, elbisede değil; edeptedir.” sözü, bugün de yankılanmalıdır. Gerçek zarafet, kumaşta değil; davranışta, duruşta ve sözde gizlidir. Çünkü gösteriş, karakteri aşındırır; tevazu ise insanı yüceltir. Kıyafetine değil, kalbine çekidüzen verenler, insan olmanın en rafine biçimini temsil ederler.

Toplumsal yaşamda bu süslü görüntü, statü savaşlarının sembolü haline gelmiştir. Medyada “ışıltılı” olmak, sanatta “farklı görünmek”, akademide "popüler olmak", siyasette “etkileyici durmak” artık bir erdemmiş gibi sunuluyor. Oysa bir toplantıda en çok dikkat çeken kişi, en pahalı ceketi giyen değil; en doğru sözü söyleyendir. Fakat çağımızda düşünce değil, görüntü hüküm sürüyor. Bu hâl, âdeta Sokrates’in “Görünmek yerine, olmayı öğren” öğüdünün tersine çevrilmiş hâlidir.

Tarih boyunca gerçek bilgelik hep sadelikle iç içe olmuştur. Mevlânâ’nın hırkası, Yunus Emre’nin aba giysisi, Gandhi’nin sade beyaz bezi… Bunların her biri bir ruh hâlinin sembolüdür. Çünkü onlar bilirlerdi ki gösteriş, hakikatin sesini bastırır. Mütevazı giyinmek, dünyaya karşı bir meydan okumadır: “Ben, görünüşümle değil; gönlümle ve sarih fikirlerimle varım” diyebilmenin zarif bir ifadesidir.

Toplumsal olarak bu anlayışın kaybolması, bir tür “kültürel yabancılaşma”dır. Artık doğallık küçümsenmekte, sadelik sıradanlıkla karıştırılmaktadır. Oysa insanın giyimi, kişiliğinin değil; niyetinin uzantısıdır. Kalbinde kibir, haris, fesat ve fitne olanın elbisesi ne kadar sade olursa olsun, kibir yine gözünden taşar. Kalbinde tevazu olanın ise kıyafeti ne kadar sade olursa olsun, o insan zarafetin ta kendisidir. Nitekim Hizanlı Said Nursî, “İnsanı insan eden, kalbinin içindeki imandır; libasının rengi değil” derken, hakiki değerin kaynağını hatırlatır.

Sonuçta mesele, şıklıkla gösteriş arasındaki çizgiyi fark edebilmektir. Temizlik imanın bir parçasıdır; fakat gösteriş, o imanın gölgesidir. Hz. Peygamber’in şu sözü her döneme ve insana ışık tutar: “Tevazu göstereni Allah yüceltir, kibirleneni alçaltır.” (Müslim, Birr, 69). Gerçek insan, elbisesinin markasıyla değil; sözünün ağırlığıyla, davranışının inceliğiyle tanınır. Çünkü bir gün her kumaş solar, her marka unutulur; fakat güzel ahlak, hiçbir modanın yenemeyeceği tek zarafettir.