“Bize kalan aziz borç asırlık zamanlardan; Tarihi temizlemek sahte kahramanlardan!” Necip Fâzıl KISAKÜREK Kürsüdeydi. Aşk ve samimiyetle iki kelimeyi bir edemeyen o adam, birilerince yazılan önündeki metni okumaya çalışıyordu. “Allah, iman, dâvâ” diye haykırıyordu kürsüden. Bir şey eksikti… Ağzından fırlayan kelimeler salonda uçuşuyor kalbime isâbet etmiyordu. Samimi olmayan te’sir etmiyordu, tek bir sözü değse gönlüme ardından giderdim. Karşısında durdum. Tam karşısında, gözlerinin içine bakıp hakikati kalbine denk getirecek o noktada. Söylediğim her kelimede benden nefret etti, sahte gülümsemesinin ardından görebiliyordum. Koridordaydı. Paçalarını sıvamış, terlikleriyle namaza koşuyordu. Uzun bir süre çıkmadı içeriden, görenler “vay be ne Müslümanmış” diyordu. Mescitten çıkınca ilk işi kalp kırmak oldu. Bir çekiçle bir camı kıracak rahatlıkta savuruyordu cümlelerini, ağır, hadsiz hakaretlerini. O hep kalp kırardı ama yüceydi, uluydu, biricikti çünkü bazı sıfatları vardı. Birilerinin onun önünde iki büklüm durmasını sağlayacak sıfatları. O, yardım istemek için mahcup bir hâl ile yanına yaklaşan yaşlı kadına bağırıp çağırırken etrafında hâlâ “yaşasın kralımız” diyebilecek omurgada insanlar vardı. Yan odada krala sövüp karşısına çıkınca dalkavukluk yapanlar vardı. Yoldaydı. İnsanları durdurup gülümseyen fotoğraflar çektiriyordu. Ekseriyetle asık suratlı olan bu dâvâ adamı sadece fotoğraflarda gülümsüyordu. Onunla hiç alâkası olmayan fotoğraflardan bile o çıkıyordu. Bir yerde parlak fotoğraflar varsa o orada olmalıydı. Kalabalıkların arasına girer, kendini alkışlatır, kahraman olurdu bedavadan. Bu memlekette kolaydır bu. “Kral çıplak” diyecek cesareti olmayanlar “yaşasın kralımız” diye bağırdıkça herkes kahraman, kral olacak özgüveni buluyor kendinde. Koltuktaydı. Onu göklere çıkaran koltukta… Oturduğunda sanki başı göğe eriyor ve yükseldikçe bizi göremez oluyordu. Yapıştıkça yapışıyordu koltuğuna. “İn, düşeceksin” diye bağıranları duyamayacak kadar yükseliyordu. Onu bu koltuğa oturtanlaraydı muhabbetimiz, onlar takdir etmişse başımızın üstünde yeri var demiştik. Koltuk öyle kör etmişti ki bu sahte kahramanın gözünü, kendini oraya getirenleri her fırsatta ezip geçiyordu. Vefa imiş onu buraya getiren, göklere, tepimize çıkaran o muhteşem sebep vefa imiş. Peki, ayakkabıları yırtılana kadar kapı kapı gezen Sungur’a vefa nerede? Borç para ile arkadaşlarına çay ısmarlayıp dâvâsını anlatan Ahmet’e vefa nerede? Ev ev gezerken yorgunluktan bayılan Sena’ya vefa nerede? Hakkı haykırdığı için dokuz köyden kovulan Şeyma’ya vefa nerede? Bütün hayallerini, hedeflerini dâvâsı uğruna erteleyen Muhammed’e vefa nerede? Hasta annesini evde bırakıp dâvâsının peşine düşen Elif’e vefa nerede? Onlar yoklar… KRAL ÇIPLAK! Eğer bunu hep birlikte söylemezsek sesimiz duyulmayacak. Çünkü onlar, sahte kahramanlar o kadar çoklar ki ve sesleri öylesine gür ki biz sustukça kulaklarımızı iyice sağır edecekler. Haksızlıklara, adaletsizliklere, yolsuzluklara sağır olacağız hepten, kulağımız ve vicdanımızla. Çok yorulduk ama KRAL ÇIPLAK!