“Kalbine bir sor, böyle yaşanır mı hiç?” Tolstoy… Kasımın üçü yahut beşiydi. Akşamüstü, yağmur toprağı öpüyor alnından, yürüyoruz işte. Şemsiyenin altından kafamı çevirip buruk bir tebessümle soruyorum: -Hiç mi? +Hiç… Tolstoy giriyor araya, “insan ne ile yaşar?” Cevabını sohbetin sonunda verecek. Psikolog değilim ama yolun sonuna vardığımızda ona bakıp ruhunun tavanlarını sarmış örümcek ağlarını görüyorum. Epeydir uğramamış kendine, kalbinin kapılarını açmamış, ruhunun pencerelerini. Gitmiş ve gelmemiş kendine. Yürümeye devam ediyoruz iki yanı ağaçlarla bezenmiş yağmurlu bir yolu. Nasıl oldu, diyorum. Bilmem, diyor. Babamı küçükken kaybettim, dediğinde tamam işte diyorum, onun peşinden gitmiş ve geri dönmemiş olmalı. Hâkim değilim ama hüküm vermeye ne de meyilliyim. Sohbetin bütün havasını değiştirecek, beni mutlu edecek bir not yazılıp sandığa, sandığı da toprağa gömmüşler. O cümleyi bulmaya çalışıyorum, toprağı eşeler gibi acısını eşeliyorum, düşüncelerini. Hiç mi sevmedin, diyorum, hiç, diyor. -Bir kitabı? +Ortaokulda öğretmenin zorla okuttuğu bir kitap vardı, ismini bile hatırlamam. -Ya sonra? +Sonrası yok. -Şiir… Bir mısra? +Edebiyat sevmem. -Siyaset? Futbol? Yağmur? Kedi? Şehir? İnsan? Sevmiyormuş işte. Falancadan konuşmaya başlasak nefretini anlatır, filancaya söver. Hiç hayal kurmamış. Fikir ortaya atmamış. Bir sloganı haykırmamış. Ne olacak bu memleketin hâli, diye hiç düşünmemiş. Bir haksızlığın karşısında durmamış, bir düzene kafa tutmamış. Bir tutkusu olmamış, meftunu olmamış bir sevdanın, parmak uçlarına kadar sızlatan bir hasreti tatmamış. Kudüs’ü, Medine’yi, Endülüs’ü düşlememiş, gökten inen o mektubu hiç açmamış, ne yazılı diye heyecanlanmamış. Takip ettiği bir köşe yazarı yok, gazete de okumazmış. Kimseyle hemhâl olmamış, kimsenin derdini kendine dert bilmemiş hatta hiçbir şeyi dert etmemiş. Sabah güneşe gülümseyerek uyanmamış, tenha yollarda karanlığın canına şarkı okumamış, karıncalarla konuşmamış, bulutlarla gülüşmemiş. Gülmek? Yağmurda adımlarını yavaşlatmamış, uzun uzun yürümemiş. Yol? Yol sevilmez mi, hiç varmayı istediğin bir yer olmadı mı, diyorum. Hiç olmadı, diyor. Tolstoy kafamın içini yumrukluyor, “insan ne ile yaşar.” Yağmur dindi; toprağın, ağaçların kokusu umudumu yokluyor. İlla ki vardır diyorum yaşadığına dair bir delil. Hâlbuki zerdali rengi bir çift gözü umuduma merhem gibi, ruhundaki sızıyı görebiliyorum gözlerinden. Sızı? Yaşayan sızlar. Acısını üzerine görünmezlik pelerini gibi çekmiş, acısı kemikleşmiş, öfke ile varlığını göstermiş. Öfke? Tamam diyorum işte buldum. Issız bir kara parçasında yaşam belirtilerini bulmuş gibi buruk bir sevinçle, yine yürüyelim olur mu, diyorum. Belki bu yolu sevdiririm sana, kim bilir belki sevmeyi de… Sevmeyi sevdiğinde derin bir nefes alırsın, iç çekersin, içinin pencereleri açılır, ruhuna bahar gelir, zerdaliler çiçek açar. Çünkü insan sevgi ile yaşar. Yine yürüyelim olur mu?