Kardeşim Muhammed Ali,
Sana bu mektubu askere gidişinin 35. gününde yazıyorum. Sayısız ukdeyi sinene yük edip gittiğin yerden, Muş’tan, huzurla nefes alabildiğin o göğün altından yazıyorum. Benim gibi deli sevdalı olduğun bu topraklardan selam eder, afiyetini dilerim. İyi misin?
Sen buradayken uzun uzun konuşur, türlü sorularımıza kendimizce cevaplar verir, kafamızın içinde koşturan atları teskin ederdik. Deli atlar koşuyor şimdi kafamda, cevapsız dört nala. Bazen cevap bulmanın değil sadece soru sormanın kıymetini, lezzetini önceliyorum. Seninle tanıştığımız ilk toplantıda sorduğum soruyu hep başa koyduk biliyorsun, yine onu anımsadım. Cevabını bulduğumu sandığım soruları yeniden raftan indirip atladığım bir şey var mı diye bakıyorum. Hatırladın mı o soruyu: “Neden buradayız?”
Neden dünyadayız, neden Muş’ta, neden o gün o toplantıdaydık? Neden buradayız! Burası işte, imtihan arenası, bazen gül bahçesi, bazen çamur deryası. Şöyle dursun sorular, ben devam edeyim. Geçtiğimiz günlerde hocamız bir ödev hazırlamamızı istedi. “Sen kimsin” dedi. Kendimi anlatacağım bir ödev olacak, başlık “ben kimim?”. Yine bir soru ile baş başa kaldım. Boş kâğıda uzun uzun baktıktan sonra tek kelimeye karar verdim: “kul”um. Evet, aciz bir kul… İlkokulda da öğretmenim sitem ederdi bana, her şeyi tek kelime ile tanımlıyorum, kolaya kaçıyorum, diye. Sevemedim uzun konuşmayı, uzun yazmayı ama bu sefer aynı sitemle karşılaşmamak için yarım sayfa kadar kendimi yazdım. Hocam, kâğıdı eline alır almaz bu olmamış, dedi. Sen yarım sayfalık mısın, diye sitem ederken aslında tek kelime ile getirmeyi düşündüğümü söylediğimde o zaman “sıfır”ı hak ediyorsun, dedi. Muhammed Ali, ben kimim? Düşündün mü hiç, sen kimsin? O sıfırı almamak için biz kimiz? Hayatımda ilk defa ruhumun, anılarımın odalarını gezdim. Ödevimi yeniledim, yaklaşık on sayfa kadar yazdım ama zamanım kısıtlıydı diye kısa tuttum. Her köşede beni ben yapan sayısız hikâye buldum. Oturup kendimle konuştum, meğer ne uzunmuş hikâyem, diye kendime şaşırdım, kendimle tanıştım.
Bize sınavlarda hep falanca şairin hayatı, eserleri, filanca komutanın savaşları soruldu. Kimse bize eserlerimizi, savaşlarımızı sormadı. Kimse bize kim olduğumuzu bulacak o soruyu, nelerle mücadele ettiğimizi sormadı Muhammed Ali. Kendimizden başka her şeyle, herkesle meşgul ettiler de bize bizi sormadılar. İnsan kendi içindeki dünyayı keşfetmeden, kendini tanımadan bütün dünyayı gezse, herkesi tanısa ne çıkar? Yine geçtiğimiz gün bir lisede sınıftaki öğrencilerle bir oyun oynadık. Onlardan, kendilerini tanımlayan iki doğru bir de yanlış özellik söylemelerini rica ettim, sınıfın geri kalanı hangi özelliğin yanlış olduğunu bulacaktı. Ne oldu biliyor musun, kendilerini anlatan özellikleri bulmakta zorlandılar ama birbirlerinin özelliklerini hemen buldular. Günün 24 saati kendimizle beraberken neden başkalarını daha iyi tanıyoruz? Hadi başa dönelim, ”neden buradayız”?
Sana da kendimizi tanımadan, buraya neden geldiğimizi anlamadan bu dünyadan ayrılmak ürkütücü, buruk gelmiyor mu? Düşünsene bir sabah hiç bilmediğin bir evde gözünü açıyorsun, ev sahibini tanımıyorsun, kendini tanımıyorsun. Önüne yemekler, altına döşekler seriliyor, yiyip içip yatıyorsun. Bir gün çıkıp gidiyorsun o evden, niye orada olduğunu bilemeden misafirliğin bitiyor. Hâlbuki bilsen, tüm o misafirlik bambaşka olabilirdi.
Sözlerimin sonuna gelirken sana, seneye Muş’a gelince uzun uzun cevaplayacağın bir şiir dolusu soru bırakıyorum. Sabah uyanınca kuşları, göğü, sararmış yaprakları, karıncayı, asık suratlıları ve kendini selamlamayı unutma. Hoşça bak zâtına. Selam ve dua ile…
“Ya ne yapmak lâzımmış?
Sağlam bir dayı bulup çatmak sırnaşık gibi,
Bir ağaç gövdesini tıpkı sarmaşık gibi,
Yerden etekleyerek velinimet sanmak mı?
Kudretle davranmayıp hileyle tırmanmak mı?
İstemem eksik olsun! Herkes gibi, koşarak,
Yabanın zenginine methiyeler mi yazmak
Yoksa nâzırın yüzü gülecek diye bir an
Karşısında takla mı atmak lâzım her zaman?
İstemem eksik olsun! Ricaya mı gitmeli?
Kapı kapı dolaşıp pabuç mu eskitmeli?
Yoksa nasır mı tutsun sürünmekten dizlerim?
Yahut eğilmekten mi ağrısın ötem berim?
İstemem eksik olsun! Tazıya tut, tavşana
Kaç mı demeli? Belki kaz gelir diye bana
Tavuk mu göndermeli? Yoksa bir fino gibi
Susta durmak mıdır ki, acep en münasibi?
İstemem eksik olsun! Yahut şan olsun diye,
Dolaşıp da herkesten alkış mı dilenmeli?
İstemem eksik olsun! Yoksa bir sürü keli
Sırma saçlı diyerek göğe mi çıkarmalı?
Yahut sayıklamak mı lâzım: 'Adım görünsün
Aman!' diye şu meşhur Mercure ceridesinde
İstemem eksik olsun! Ve tâ son nefesinde
Bile çekinmek, korkmak, benzi sararmak, bitmek,
Şiir yazacak yerde ziyaretlere gitmek,
Karşısında zoraki sırıtmak her abusun.
Eksik olsun istemem, istemem eksik olsun!
Fakat, şarkı söylemek, gülmek, dalmak hülyaya,
Yapayalnız, ama hür, seyahat etmek aya,
Gören gözü, çınlayan sesi olmak ve canı
İsteyince şapkayı ters giymek, karışanı
Olmamak. Bir hiç için ya kılıcına veya
Kalemine sarılmak ve ancak duya duya
Yazmak, sonra da gayet tevazula kendine:
Çocuğum! Demek, bütün bunları hoş gör yine,
Hoş gör bu çiçekleri, hatta bu kuru dalı,
Bunlar yabanın değil kendi bahçenin malı!
Varsın küçücük olsun fütuhatın, fakat bil,
Onu fetheden sensin, yoksa başkası değil.
Ara hakkını hatta kendi nefsinden bile.
Velhasıl bir tufeylî zilletiyle
Tırmanma! Varsın boyun olmasın söğüt kadar,
Bulutlara çıkmazsa yaprakların ne zarar?
Kavaklar sıra sıra dikilse de karşına
Boy ver, dayanmaksızın, yalnız ve tek başına!”
Edmond Rostand