İki hafta oldu. “Başım çığlıklı bir çocuk, onu nasıl avutsam? Ne yapsam da ölümü bir saatçik unutsam?” Necip Fazıl‘ın bu dizelerinin arasında sıkışıp kaldım günlerdir. Cihan ile yaptığımız neredeyse her sohbette “ölüm” konu olurdu. Yaşadıklarımız, imtihanlarımız, yaşayamadıklarımız ve nihayetinde her hadisenin geçici olduğu, rüyada olduğumuz, uyanınca geçeceğiydi konuştuklarımız. İçinde ölüm olan bir konunun etrafını çiçekli bahçelerle bezerdik. Her daim analım da rüyada olduğumuzu unutmayalım diyeydi. Kendimi hep hazırlıklı sanırdım bu uyanışa çünkü Mevlana ölüme “düğün gecem” der, çünkü “hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber”… Hayatımın en şiddetli depremiydi. Bütün soğukkanlılığımı kaybetmiş, nasıl ölünmez onun yolunu arıyordum. Depremden sonra dışarıda sabahladık. Sonrası da aldığımız haberlerle bir türlü aydınlanmak bilmeyen gün. 500 atom bombası gücünde kendine gösteren iki büyük deprem,13 milyon insanın yaşadığı 10 ilin dışında çok sayıda ili de sarstı. 10 ilde yıkılan evleri, hayatları, hayalleri gördükçe buralar yerden değil kalpten sarsmaya devam etti bizi. Bir türlü toparlanamıyor ruhum bir mengenenin arasında ezildikçe eziliyor, ibadetle ferahlama yolundan başka çıkış bulamazken Cihan da ölümü tefekkür ettiğimiz zamanların aksine bendeki tükenmişliği görünce beni teskin edecek hadiseler anlatıp bir de köşe yazıma öneride bulundu. Kader, afet, deprem, tedbir konularında yazar mısın dediğinde bu, insanların da rahatlamasına vesile bir yazı olmalı diye düşünmüştüm fakat yazı üzerine düşünmeye, dinlemeye başladığım günden bu yana kafamın içindekiler, kaygı ve tedirginliğim ağacın polenleri gibi uçuştu. Yeni bir mevsime girdiğimi hissettim, şu an bu yazıyı yazarken de içimdeki kederin etrafı çiçeklenmeye başladı adeta. Hanımlarla yaptığımız bir tefsir sohbetinde Zilzâl Sûresini konuşuyor, her ayetten sonra bir sessizlik oluyordu. Muhtemelen herkes okunan ayetten sonra üzerindeki ürpertiyi atacak müddette duruyordu. “Yer o dehşetli sarsıntısıyla sarsıldığında ve yer ağırlıklarını dışarı attığında ve insan, “Ne oluyor buna!” dediğinde, o gün yer, bütün haberlerini rabbinin ona vahyettiği şekilde anlatır.” (Zilzâl, 1-6). O gün ayaklarımın yere başka türlü bastığını hatırlıyorum. Ruhum gün boyu bir zelzeleye rapt olmuş, o dehşetli kıyamet sahnesi canlanıyordu zihnimde. Sena, arada elini omzuma bırakıp devam edelim mi diyordu. Devam edelim mi? İnsan neden tepeden tırnağa, kemikleri kırılırcasına sarsılır? Neden bağırır Everest Dağı büyüklüğünde moloz yığınlarının altına “sesimi duyan var mı” diye?  İçinde insan, kalp ve umut olan bir dağa. Tüm sorulara cevap mahiyetinde Saddettin Ökten Hocamızın geçtiğimiz günlerde konuk olduğu bir programda söylediklerini nakletmek haddimi aşmamam için yeterli olur umarım. “Cenab-ı Allah insanları imtihan eder. Gerek bireyi gerek toplumu imtihan eder. Bu imtihanları muvaffakiyetle vermek lazım. Muvaffakiyetsizlik nasıl olur; isyan ile başlar, “niye bu hâl geldi başıma” ile başlar. Birinci kademe olarak “ben ne yaptım”, hangi sınırları çiğnedim, gerek fert olarak gerek toplum olarak, bu düşünülmelidir. Ben şuna da bakmaya çalışıyorum, acaba bu yaşımda, bu hâlimle hangi nimetine karşı bir nimetbilmezlik, kadirbilmezlik, küçümsemede bulundum. Kendi hâl ve tavrımı gözden geçireyim, muhasebesini yapayım. Sonra isna edeyim, sorayım, bilmediğimi öğreneyim, istimdat edeyim. Tövbe istiğfar edeyim, gazabından rahmetine iltica edeyim. Her zorluğun sonunda bir kolaylık vardır, şimdi biz zorluktan geçiyoruz. Temenni ediyoruz ki bir büyük kolaylık gelsin. Bu zorluk bizi hem birey ölçeğinde hem toplum ölçeğinde mütenebbih etsin, uyandırsın. Hayra koşalım, şerri terk edelim, kötü sözleri bırakalım, güzel sözlerin peşinde koşalım. Peki, biz şu anda, şu şartlarda ne yapabiliriz? Tövbe, istiğfar, iltica zırhı ile zırhlandıktan sonra kendimize bir çeki düzen verdikten sonra eylem sahası senin. Bu gözle bakınca elhamdülillah bu millet, bu toplum, bu ümmet çok diri. Aş pişirenler, yola revan olanlar, gözü yaşlı dua edenler çok. Ben ne yapabilirim? Hadi bismillah yeniden inşaata başlıyoruz. Manevi manada önce imara sonra inşâya. … Birincisi; ovalara yerleşmeyeceğiz, ovalar ziraat için. Bunun dinî kaynaklarda da jeolojik kaynaklarda da karşılığı var. Kitâb-ı ilahide, hitâb-ı ilahide de bize beyan buyrulan hususlarda dağlar, arza çakılan çivilerdir, mealen söylüyorum, ovalara yerleşmeyeceğiz. Dağlara, yamaçlara çıkacağız çünkü oradaki deprem ivmeleri farklıdır. Bu arada hakkı yenen bir meslek grubundan size söz edeceğim, geoteknik mühendisleri. Hiç ortada yoklar hâlbuki mevzu onların mevzuu. Nedir o derseniz; zemin mekaniği. Jeologlar alttaki kayaya kadar gelirler, ondan sonra üstte bir zemin var 30-40 metre, 2 metre, 1 metre… O geoteknik mühendislerinin işidir. İkincisi; hafif bina yapacağız, bunun içinde ahşabı, kerpici, çeliği kullanacağız. Betonarmeyi mümkün mertebe sarfınazar edeceğiz, gereken yerde eyvallah, gerekmeyen yerde kullanmayacağız. Az katlı bina yapacağız, yayılacağız. Yayıldığımız zaman tabiatla, semayla ilişkiyi koparmamış olacağız. Yayıldığımız zaman, gözümüzün önünde hail olmayacak dağları görmemize karşı, ufku görmemize karşı, gurûbu ve tulû’u seyredeceğiz. Yaradılmış kâinatı, gurûbu ve tulû’u temâşâ etmek bize manevi bir haz verir. Dolayısıyla az katlı yaptığın, yayıldığın zaman Allah’ın yarattığı tabiatla ilişkiyi kuruyorsun. Mesken, sükûnet bulunan yer, sakin olunan yer demek, maddi-manevi… Konut değil, konmak başka bir şey. Mesken, Kur’anî ifadeyle ‘evleriniz sizin sükûnet bulduğunuz yerlerdir’, mahreminizdir, huzur yuvasıdır.” Sadettin Ökten Hocamızı dinlerken cevabı buldum; bu vatan bizim yuvamız. Bin kere yıkılır yeniden yükseliriz. Durmayalım, devam edelim…