ÖMRÜN SESSİZCE AKIP GİDİŞİ

Margaret Mitchell, roman türünde "Rüzgâr Gibi Geçti" adlı baş yapıt niteliğindeki eserinde insanın tutunmaya çalıştığı dünyayı rüzgârın hoyrat avuçlarına bırakır. Romanın kahramanı Scarlett O’Hara’nın hırsı, aşkı, inadı ve kaçınılmaz kaybedişleri… Hepsi sonunda aynı büyük gerçeğe çarpar: Zamanın önünde hiç kimse duramaz. Roman, bir ülkenin yıkılışını anlatırken aslında tek tek her birimizin sessiz tükenişini de sembolize eder. Bizler de hayatın sahnesinde kah bir Scarlett kadar inatçı, kah bir Rhett kadar kırgın yürürüz. Fakat her rolün bir son perdesi, her sahnenin bir ışık sönmesi vardır.

Çocukluk, rüzgâra en çok benzeyen çağımızdır; gelir, değip geçer, arkasında yalnızca kokular, sesler ve yarım yamalak hatırlanan yüzler bırakır. Sanki sabah pencereden giren ışığın tozu kaldırdığı o eski odadayız hâlâ… Duvarlarda eski takvimlerin gölgeleri, raflarda çocukluğumuzun unutulmuş kahramanları… Bir fotoğrafı elimize alınca zaman, savaş sahneleri gibi üzerimize çöker; bir yanda kaybolan yıllar, bir yanda hâlâ ısrarla sürdürdüğümüz hayat mücadelesi. O an anlarız: İnsan, geçmişini değil, geçmiş insanı bırakır.

Gençlik ise hızla ilerleyen bir tren gibi… Kapı aralık, rüzgâr içeri doluyor ama biz manzaraya bakmayı hep erteliyoruz. “Daha çok vakit var” zannediyoruz. Saf keklik gibi, öfke ve ümitle hep yarına sarılıyoruz: “Yarın bunu hallederim.” Oysa yarın, bir gün arkamızda birikirken hiçbirimizin haberi olmuyor. Zaman, adımlarımızın sesini duymayacak kadar aceleci; biz ise onun bu hızlı geçişine bir türlü ayak uyduramıyoruz.

Sonra orta yaş çıkıyor karşımıza… Hayatın açık hesap defterleri göğsümüzde birikiyor. Bir yanda içimize çöken bir “keşke grisi”, diğer yanda hâlâ içimizde direnen o küçük ışık… İşte tam o sırada o meşhur cümle yankılanıyor: “Bunu yarın düşünürüm.” Oysa artık yarın sandığımız kadar genç değil. Aynaya baktığımızda o çocuksu yüzümüzü değil; zamanla barışmaya çalışan kendi yüzümüz beliriyor. Ve ironik bir biçimde, o yüz bize her sabah hayatın hızlı bir tren olduğunu hatırlatıyor.

İnsan bir gün bakıyor ki dost dediği insanlar ya ölümle ya da ihanet ile birer birer uzaklaşmış çünkü makam/unvan ve güç meşguliyeti ile ömür tüketenler bir de bakar aile albümündeki bazı yüzlerin gözleri de solmuş, kalabalık içinde artık yalnızlık daha fazla çoğalmış… Herkes bir yerlere koşuyor, herkes bir şeylere yetişmeye çalışıyor. Modern çağın telaşı, savaş sahnelerinden farksız; tek fark, biz hiçbir şeyi kazanamıyor, yalnızca daha hızlı yoruluyoruz ve tükeniyoruz. O yüzden en büyük ironi şu: İnsan, hayata yetişmeye çalışırken kendi ömrünü kaçırıyor.

Yaş ilerledikçe sessizliğin kıymeti artıyor. İçimizin bir köşesinde anne sesi, baba tebessümü, çocukluk arkadaşının kahkahası hâlâ çınlıyor. Hepsi rüzgârın unuttuğu yerlerde duruyor. Bir an durup düşününce, bu dev kayıpların aslında bizim içimizde de bir karşılığı olduğunu fark ediyoruz: Kaybettiklerimiz çoğaldıkça içimizdeki çocuk daha gürültülü ağlıyor. Ve zaman, o çocuğu susturmayı hiç beceremiyoruz.

En sonunda insan dönüp arkaya bakıyor: Ömür, masalcının anlattığı gerçeküstü savaş gibi, geriye yalnızca duman ve sessizlik bırakıyor. Ne kazandıklarımız kalıyor ne de kaybettiklerimiz… Geriye sadece yaşadıklarımızla yaşayamadıklarımızın kavgasından doğan derin bir hüzün kalıyor. Belki de bu yüzden yaş almak değil, yaşadıkça eksilmek yoruyor insanı. Rüzgârın bile arkasında bir uğultu bıraktığı dünyada, bizim koca ömürlerimizin geride bıraktığı ses bazen sadece bir iç çekiş oluyor.

Ve nihayet insan, ömürde yaşadığı o görkemli yıkımın ardından dile gelen küçük ama büyük anonim cümlenin tesellisine sığınıyor “Hayat yarın da devam edecek.” Tüm yıkımlarımıza, tüm kaybolan zamanlarımıza rağmen… Ömrün hızlı geçmesine değil, hâlâ bir gün daha yaşayacak olmaya tutunuyoruz. Çünkü bir gün, rüzgâr gibi geçerken fark ederiz ki: Asıl mesele, rüzgârın hızında değil, kalbimizin o rüzgâra karşı hâlâ dimdik durabilmek istemesindedir.