-Kırgın mısın?
Liva: Şiddetli bir deprem sonrası yerle bir olan evimi seyreder gibiyim. Ben o evim.
-Şimdi ne olacak?
Liva: Gündüzün anlamlı olabilmesi için karanlık gerek, bilirim. Bulmak için yitirmek gerek, başlamak için bitirmek. Kalbimin evini tuğla tuğla odalarla ören Allah’ı bilirim, kalbimi de depremi de vereni bilirim. Enkazın altında kendimi bulmam lazım, çok yorgunum. Şimdi ne mi olacak, Allah bilir…
-Bizim coğrafya böyle, depremlere gebe. Doğu’da genç olmak hele genç bir hanım olmak üstelik dertli genç bir hanım olmak zor. Varlığımı anlamlandırmaya başladığım yıllara nazaran epey yol kat ettik aslında. Daha küçücük bir çocukken “ne yapabilirim” sorusuyla şekillendiriyordum yaşantımı. Arkadaşım için ne yapabilirim, annem için sınıfım için bahçedeki kedi için ne yapabilirim? Büyüdükçe sorunun muhatapları artıyordu. Özünde evcimen, tenhayı, sessizliği seven, susmayı yudum yudum içmek isterken “ne yapabilirim” sorusuyla kalabalıklara konuşurken kendini bulan ben, gerçekten kendimi bulmak istiyordum. Benim için yollar çoktan çizilmiş, roller hazırlanmış, kostümler dikilmişti. Kız kısmı çok konuşmazmış, her lafa karışmazmış, her ortamda bulunmazmış, göz önünde olmazmış. Bizim buralarda kız erkek fark etmeden belli bir yaşa kadar söz hakkın yoktur aslında ama kızların daha çok yoktur. Büyüklerinin ayak izlerini takip edersin, hep gerisindesindir, yanlış yola gitse bile kafanı uzatıp orası çıkmaz sokak deme hakkın yoktur. Elbette şimdilerde eskisi kadar keskin değil bu çizgiler ama ben böyle bir çevrede büyüdüm.
Liva: Aslında İslam ne diyor ona bakmak lazım. Hanımlar erkeklere göre daha nazenin bir fıtrat ile yaratılmış. Bu sebeple incelikler, güzellikler dini olan İslam, hanımların dışarıdaki hoyrat rüzgârlarda yıpranmaması için saksı toprağını evin içine bırakmıştır. Daha çok evdir onun büyüdüğü çiçek açtığı yer fakat biz bunu geleneklerle öyle katı bir hale getirmişiz ki sanki bir kadının sosyal hayat içerisinde var olması tamamen yasaklanmış gibi ahkâm keser olmuşuz. Sen ne yaptın peki, senin için hazırlanan kostümleri giyip rolünü yapabildin mi?
-Bana kalsa bir dağ başında, kulübemde tek başıma Dede Efendi dinler, çay içerim. Göğe bakar şükreder, yeşile bakar huzurla iç çekerim. Ne işim var bunca nümayişin içinde. Ama sorular kolumdan tutup başka bir yere götürüyordu beni. İnsanların bana çizdiği haddi aşıp Allah’ın çizdiği hadde varmak istedim. Ben varım ve varlığımın gereği olarak çevremde olup bitenden mes’ûlüm. Kimse beni yok sayıp görmezden gelemez. Çevremde bir işi iyi yapanlar varsa zaten işi onlara bırakır, bir katkı sağlayacaksam köşemden yardımcı olurdum ama o işi ben daha iyi yapacaksam geri durmazdım, tâlip olmak ateşten gömlektir, serinlik veren Allah’tır. Hz. Peygamber tarafından Medine’de muhtesip olarak görevlendirilen Semrâ bint Nüheyk pazarları dolaşıp emr-i bi’l-mâ‘ruf nehyi ani’l-münker ilkesi çerçevesinde insanları ticaret ahlâkına uygun davranmaya teşvik eder, bu şekilde hareket etmeyenleri uyarır, hile ve haksızlık yapanlara karşı elindeki kırbaçla caydırıcı tedbirler uygulardı. Resûl-i Ekrem’in Semrâ bint Nüheyk’e böyle bir görev vermesi, onun bir muhtesipte bulunması gereken nitelikleri taşıdığını ve bu görev için yeterli bilgiye sahip olduğunu gösterir. Efendimiz, kadın erkek ayrımı yapmadan görevi liyâkate göre vermiş.
Liva: Buralarda bir hanımın öncü kabul edilmesi, iyi yerlere gelmesinin desteklenmesi zor. Her başarı için kılıf bulan milletimiz söz konusu hanımlar olunca kılıf hazırdır, “hanımsın geride dur”. Hâlbuki bir müsaade etseler, bazı yerlere hanım eli değse, oralarda da çiçekler açsa fena mı olur. Neden bu korku?
-Mefhum-u muhalifinden bir misâl vereyim. “Önce Kadınları Vurun” adlı bir kitapta terörist eylemlerle ilgilenen polis ekiplerine verilen öğütlerden biri, operasyon esnasında varsa önce kadınların vurulmasıdır. Neden? Çünkü kadın başladığı işi bitirir, kararlıdır, elinde bir bomba varsa onu patlatır. Ayrıca tarihte birçok dönüm noktasının hanımların müdahalesi ile yaşandığına şahit olmuşuzdur. Kendini Allah’ın çizdiği haddin içinde güzelliklerle yetiştirmiş bir hanımın topluma dokunuşlarını bir düşünsene? “Ne yapabilirim” sorusunun en mühim muhatapları ülke, ümmet ve mazlumlar oldu. Varlığımı kıymetlendiren hayırlı bir derdim vardı ve ben ne yapabilirsem can hıraşâne yapmaya koyuldum. Haddimi aştım, tâlip oldum. Girdiğim birçok mücadelede inceden alaylar oldu, “sen bir hanım olarak çok da ümitlenme” dediler hep. Yani geceni gündüzüne kat, çocukluğunu, gençliğini feda et, herkes gezip eğlenirken sen aileni bile unut ama sırf hanım olduğun için sana verilmeyen söz hakkını alabilmenin bir yolu olan bazı yetkilere, sıfatlara tâlip olunca “sen hanımsın, dur”. Bir hanım kapı kapı gezip dâvâsını anlatırken, çalışmaktan gece saat 2’lerde 3’lerde evine dönerken, tüm haksızlıklara karşı dururken, herkesin korkarak kaçtığı o sokaklara en güçlü sâdası ile girip “BİZ BURADAYIZ!” derken sorun yok, “hanımlar başımızın tacıdır, iyi ki varlar” ama bir yetki verileceği zaman “kadındır yapamaz”!
Liva: Yaptırmadılar mı?
-Allah’ın dilemediği isabet etmez bize ama yordular. Kız kısmı siyasetle uğraşmaz, o kadar erkeğin içinde işin ne dediler. Siyaset evvela Peygamber uğraşıdır, memleket meselesine kulak ve gönül kabartmaktır. Ben ot değilim ki çevremde olup bitenlerden bana ne diyebileyim. Demedim, insan ve Müslüman olmanın gereğini yerine getirdim ve üzerime düşen ne varsa yapmak istedim. Çünkü Müslüman mes’ûldür; kendinden, kardeşinden, coğrafyasından. Mes’ûliyetimi yerine getirmek için siyaseti bir araç olarak seçtim ama bütün dünya el ele tutuşup bunun yanlış olduğunu söyledi. Akraba baskısı, arkadaş atışmaları, komşu laf sokmaları derken bunca insanın doğrusuna karşılık benim doğrum gâlip gelecek mi bilemiyordum. Ben var mıydım, isteklerim, hayallerim var mıydı tereddüt ediyordum. Bu denli yok sayılmak, görmezden gelinmek aynaya baktığımda bile bana varlığımı sorgulatıyordu. Aslında bu bir bakımdan varlığımı ispat mücadelesiydi, sesimi duyurabilmekti, o kalıpların içinden çıkabilmeyi başarıp nefes alabilmekti.
Liva: Ataerkil bir toplum olmayı anlamının dışına çıkardık. Buralarda hanım yahut erkek bir gencin kendine ait bir alanı yok. Bir cümle kurabileceği, bir ideal geliştirebileceği, bir duruş kazanabileceği alanları yok. Büyüklerin gölgesinde, onların ayak izinde ilerlerken yeni bir yol bulamıyorlar, kendilerini bulamıyorlar. Hâlbuki olması gereken, büyüklerin gençleri kolundan tutup bir yola götürmesi değil, gençler yollarını, kendilerini bulurken onlara eşlik etmeleriydi. Sen yolunu bulmak için buralardan biraz uzaklaşmayı düşünmedin mi?
-Dinimiz bir yardım yapılacağı zaman dahi önce yakınında müşkülü olandan başlamanı öğütlüyor.
Beni burada yaratan Allah, bu toprağın mayasını gönlüme çalan Allah, kaderimi bu coğrafya bildiren Allah yolumu buradan başlatmıştır. Bir yangın var gözümün önünde bunu bırakıp daha uzaktaki bir yangına koşmam uygun mu? Dünyanın neresinde bir yangın varsa biz hepsini dert ederiz ama herkes evvela kendi eviyle başlamalı söndürmeye. Beni evimden de derdimden de koparamazlar Allah’ın izniyle ama o evi durmadan başıma yıkıyorlar.
Liva: Peki sen kırgın mısın?
-Fillerin üzerinde tepindiği çimenim, kırılacak yerim de kırılacağım kimse de kalmadı. Şunu öğrendim,
hiçbir mücadeleden kaybederek çıkmazsın; ya kazanırsın ya öğrenirsin.
Liva: Çimen de olsan varsın, enkaz da olsan varsın. Varlığının hakkı Hak’tadır, O kimseye bırakmaz.
-Sahi adının anlamı nedir senin?
Liva: Sancak.
-Sen de varsın, göklerdesin, görünensin. Umarım seni de bunu ispata yormamışlardır.
Bitirirken Sezai Karakoç’tan:
“Seni yok sayacaklar
Sen daha çok var olacaksın”