“Henüz bitmedi, son halini okuyup nasıl bulduğunu söylemeni isterim.” dedi. Kalabalığın içinde koştururken elime tutuşturmuştu yazmaya devam ettiği romanını. O kadar telaşlıydım ki cümleleri atlaya atlaya birkaç sayfaya bakabildim. Sabırsızlıkla bitirmeni bekleyeceğim, dedim. Sonra bir gün arayıp romanı, memleketi, gençleri ve başkaca biriktirdiğimiz konuları konuşmak üzere kahve içmek için sözleştik. Parti binamıza davet ettim, gittim, bekledim, gelmedi. Fotoğrafını gördüm bizim Kenan Abinin sayfasında. Ah Kenan Abi, ne zaman paylaşımını görsem yüreğim ağzıma gelir, bir vefat haberiydi yine ama hiç ihtimal vermedim, sakince okumaya çalıştım, anlayamıyordum. İnsan ölümü bir kerede anlar mı ki? Arkadaşlara sordum, biri “sen yanlış görmüşsün” desin diye ama “sen üzülürsün diye söyleyemedim” dedi Muhammed Ali. Şöyle demişti bitirmeye ramak kalmış romanını uzatırken: “aslında orada yazdığım benim hikâyem, sonunu ben de merak ediyorum”. 27 yaşına bir son yazılmış bu dünya için, bir başlangıç yazılmış sonsuzluğa senin için Ahmet. İyi ki geçtin dünyadan, Peygamber’e komşu olasın Ahmet.
Günlerdir düşünüyorum, ölüm şuracıkta, kalp atışlarımızla kol kola girmiş, bekliyor. Kimisini 15’inde kimisini 45’inde. Yaşı yokmuş bir hikayeyi bu dünyada noktalamanın. Geçen gün kaybettik 43’ündeki Bülent Parlak Abiyi de. “Hepimiz ölecek yaştayız” diye yazmıştı İzdiham Dergisinin kapağına. Ve şunu da: “Aniden gitmek müthiş bir şeydir. Daha muhteşemi ise asla geri dönmemektir!” Asla geri dönmeyeceğimiz bir yere, bir iz bırakmalıydık. Ardımızdan gelenler “evet, o buradan geçmiş” demeliydi.
Bir türlü sevemedim yarım kalan şeyleri. Yarım kalmış bir sohbeti, bir cümleyi, sona varmamış bir kavgayı, bir sevgiyi. Aklım hep yarım kalan işlerimde olur. Birine söylenmemiş cümlelerim varsa döner durur zihnimde, kapanmamış bir defter, net bir finalle bitmeyen film, devamı olması gerekirken aniden bitmiş bir hikâye kemirir içimi. Korkum, bu dünyaya yarım, anlaşılmamış bir hikâye bırakmak. Ya okunası bir hikâyemiz olmazsa. Mizanda, yazılanlar iyisinden ağır basmazsa, anlatmaya değer bir hikâyem olmadı, diye yüzümüzü öne eğdirirse bu dünyadaki heveslerimiz. Nerede harcadın sana verdiğimiz ömür sermayesini, deseler, falanca yerde kıymetlendirdim, diyebilecek miyiz? 30’unda yahut 50’sinde de bitse bu hikâye, yarım sayılmayacak dolu dolu cümlelerle mizana bırakabilecek miyiz.
Çay nasıl olmuş, koyu mu doldurdum, diye soruyorum Sena’ya. Bize iftara tad olmaya gelmişler. İyi, diyor, sohbet de koyu. Sena mı? Konu ona nasıl mı geldi? Ölümü düşünüyordum az önce ve o gülümsedi. Tanısanız zaten konu ona elbet gelir. Ölümü bir bıçak gibi ortadan ikiye böler gülüşü. Olur ya kasvet çöker üstünüze, bir karanlık gezer etrafınızda, bir sis. Sonra biri tebessüm eder, güneş açar, gökkuşağı çıkar, ölümün yakasına da bir kurdele takarsınız. Sena, işte bizim hayatımızdaki o tebessümün sahibi. Bulaşıcı bir neşesi var. Hep gülümser, hiçbir şeyi kafasına takmamakla meşhurdur. Benim hikâyemin en güzel cümlelerinden biri Sena. Sermayemi yanında kıymetlendirdiğim yol arkadaşlarımdan biri. Hiçbir şeyi kafasına takmayan bu kardeşimin gülüşünü bu sene meşgul eden bir konu var. Hepimizin, “bu da geçecek” diye onu teselli ettiğimiz ama onun, buna bile gülüp geçerek dertlendiği bir konu. Gülüp geçtiği… Güleceğiz ve geçeceğiz bu dünyadan. Çünkü ölüm var. Ve keşke ben, Ahmet hikâyesini uzattığında tüm telaşlarımı bir kenara bırakıp son cümlesine kadar okusaydım, yarım kaldı. Ölüm var Sena.
Ölüm var, lütfen gülümse Sena…