1909 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Nurettin Topçu 20. asrın nev-i şahsına münhasır, cesur, kalemini kalbiyle bileyen mütefekkirlerindendir. Çocukluk yıllarından itibaren alakadar olduğu felsefe onun çile merdiveni olmuştur. İçine doğduğu ve büyüdüğü çevre, tefekkür tohumlarını onun ruhuna daha küçük yaşlarda atmıştır. Yurtdışında aldığı 6 yıllık eğitim sürecinde felsefeye özellikle de ahlak felsefesine yoğunlaşmış hemen hemen her eserinde felsefenin ayak izlerine mürekkebini dökmüştür. Var Olmak adlı eserinde de akılcılığı dışlamayan fakat aklı kalbe tabii eden fikirlerin nasıl tezahür ettiğini, kalbiyle düşünmenin nasıl neticeler meydana getireceğini temel alarak yazdıklarını “kırık bir kalbin akisleri” diye ifade etmiştir. Farklı mecmualarda neşredilmiş düşünce yazılarından müteşekkil olan Var Olmak eseri “Düşünceler” ve “Duyuşlar” olmak üzere iki bölümden meydana gelmiştir. İlk bölümde düşünce dünyasına seslenirken ikinci bölümde ruhun kuytu köşelerine inmiştir. “Var olmak, düşünmek ve hareket etmek demektir.” diye başladığı eserin bütününde var olmanın, düşünmenin ve hareket etmenin kılcal damarlarında gezinmiştir. ” Alem, üç şeyin mecmuundan ibarettir: Varlık, düşünce ve hareket.” Varlığı Var Eden’e duyulan muhabbetin kalbi aydınlatması ile düşünce ve hareketin gerçekleşmesi varlığı tamamlayıcıdır. Eser; varlık, düşünce ve hareket ekseninde teşekkül etmiştir. Necip Fazıl Kısakürek’ten de aşina olduğumuz “iman ve aksiyon” düsturu burada da “iman ve hareket(aksiyon)” olarak karşımıza çıkıyor. Nurettin Topçu’ya göre harekete geçmeyen varlık imanın lezzetinden de mahrum kalır. Hareket felsefesinin temelini şu cümleler ile atıyor: “Tam ve gerçek hareket, her defasında, en iptidaî bir karar ve feragatte bile bütün âleme yayılış, oradan da sonsuzluğa geçiş, sonra sonsuzluktan aldığı kuvvet ve bütün âlemden aldığı ibretle, aynı zamanda zekâ ile iradenin bütün kuvvetlerini kullanarak tekrar kendi ferdî âlemimize dönüş ve bu noktadan âlemle temastır.” Bu ifadenin dışında kalan hareketin kısır, ölü doğmuş hareket olduğunu ifade ediyor. Yine düşüncenin de hareketin içselleşmesi olduğunu öne sürüyor. Sonsuzluk ile bağ kurmayan düşüncenin gerçek düşünce olmadığını, Allah’a yaklaşmayan düşüncenin muvaffak olamayacağını anlatıyor. İnanmak ve sevmek üzerine kaleme aldığı bölümde yine var olmanın bir gereği olarak inanmayı ve sevmeyi bir bayrak gibi göndere çekiyor. İnanan ve seven hakikate ulaşır ve var oluşu gerçekleşir, bunun dışında kalanlar ölü ruhlardır. İnanılmayan ve bağra basılmayan her fikir eksik ve aldatıcıdır ona göre. Bilmek ve gerçeği bilmek üzerine tefekkür ederken bizi bilmek ihtirasında olanlardan beri tutuyor. Ebedi saadete ulaştıran bilmek arzusudur diye bize duyuruyor. “Ne mutlu bildim diyene.” derken hakikate erişip onu bilenin kinden, hırstan, gururdan arındığını söylüyor. Düşüncenin derinliklerinde aklın sistemli bir vehim hali olduğunu, duygunun ise aklı harekete geçiren bir kuvvet olduğunu belirtiyor. Sezginin; varlığın kendi kendisinde derinleşmesi olduğunu, aşkın; bizi hakikate vardıran kanat olduğunu, merhametin; Allah ile buluşma hali olduğunu okuyoruz eserde. İçinde bulunduğu toplulukların yargılamalarına göre hayatını şekillendirenlerin, değerlerin ne olduğunu bilemeyecek olmalarına vurgu yaparak ferdiyeti ön plana çıkarıyor. Eser boyunca hakikate ulaşmanın merdiven basamakları anlatılıyor. Hakikate ulaşmanın var olmayı gerçekleştireceğini, hakiki var olmanın, varlığı Var Eden’i bulma ile mümkün olacağını anlatıyor bizlere. Son bölümdeki kurdele mahiyetindeki damlalar ile eseri bağlıyor ve kalbiyle düşünenlerin eline bırakıyor.