Erik Satie, Gnossienne No.1 çalıyor, ben beyaz, boş sayfaya bakıyorum. CHP heyetinin Muş ziyareti esnasında görüştükleri bazı esnafların ye’sini, şikâyetçi tavrını, önüne dünyaları sersen de tatmin olamayacak hâlini yazacaktım. Vazgeçtim… Mehmet Özhaseki’nin şehrimizde yaptığı çok sayıda açılış, devam eden projelerin değerlendirmesi ve ziyaretleri üzerinde CHP heyetinin oluşturmaya çalıştığı algıyı yazacaktım. Vazgeçtim… Erik Satie devam ediyor ve ben sadece şunu sorabiliyorum: “Nasılsın?” Geçen gün cemiyette Bilâl’in bana sorduğu soruyla aynı kıvamda, “sen hep politik mi yazarsın?” Hayır, bıraksalar sadece şiir yazarım ama şiiri başkası da yazar deyip memleket meselelerinde buluyorum kendimi. Bulmuşken sorayım, nasılsın? Bunu en güzel kardeşim Muhammed Ali soruyor, “Abla asıl sen nasılsın?” Bıraksalar sadece şiir yazacak hâldeyim Muhammed Ali. Bu öyle bir hâl ki başını alıp gitmelik, bir şehre sığamayıp Neşet Ertaş türküsü ile otobüs camından bakmalık, her şeyi bitirmelik, vazgeçmelik bir hâl. Nasıl biliyor musun, yazdığım her cümleden sonra iç çektiğim, okuyup bir daha iç çektiğim bir hâl. Gidecek yolum kalmamış gibi, şehrin trafosu patlamış, bütün sokak lambaları sönmüş, telefonumun feneriyle yolumu bulmaya çalışıyormuşum gibi, birazdan bir boşluğa düşecek ve herkesin uyuduğu bu saatte beni kimsecikler bulamayacakmış gibi. Biliyorum, bu satırları okuduğunda seni hiç böyle ümitsiz görmemiştim, diyeceksin. Bu memleket için daha yürüyecek çok yolumuz var, diyeceksin. Yol da yoruldu, ben de… Hayır, ümitsiz değilim ama yeniden ayağa kalkacak takati bulamıyorum kendimde. Asırlardır güzel bir haber duymayı bekliyorum da düştüğüm o ıssız adadan çıkamayacağımı, bulduğum kafatasları söylüyor. Bir toprak parçası üzerinde sessizce ölmeyi beklemek ne acı, beklemek başlı başına acıdan mamulken. Hep yol almak için ayağa kalktığımız bu şehirde, beklemek ne yorucu. Ne zaman gitmeyi düşünsem Muhammed Ali’ye yazdığım bir mektuptaki cümleler tutuyor beni. “Kardeşim, sana bu satırları 2020’den yazıyorum. Yıllar sonra nerede oluruz, nasıl oluruz bilmiyorum ama güzel şeyler olsun diye bugünden çok çalışacağımızı, bu garip şehrin hakkını vermek için, şerefsizlere nefes aldırmamak için son nefesimize dek mücadele edeceğimizi çok iyi biliyorum.” diye bir bayrak gibi göndere çekmişim burada kalma sebebimizi. Devam etmişim, “Bizi durdurmak isteyeceklerini, her defasında ayağımızdan tutup çukura çekeceklerini, yolumuza taşlar, dikenler sereceklerini de biliyorum. ‘Yolumuzu alan atımızı da almadı ya!’ deyip yolumuza devam edeceğiz. Yeri gelecek hep yaptıkları gibi ‘onlar bizi yok sayacak, biz daha çok var olacağız’ inşallah.” Ne yaşamışsam o aralar mektupta kavga etmişim cümle hainle. Bunları asıl ne için yazdığımı anımsadım, şimdiki gibi gitmeyi düşünürsem açıp okuyup vazgeçeyim diye, hatırladım, gülümsedim. Şöyle devam ediyordu mektup: “Belki de tüm yazdıklarım bu satırlarda kalacak, Yaradan ne nasip eder belli olmaz ama en azından “bizim safımız belliydi, yangına su taşıyan o karıncalardık”, diyebileceğiz. En azından hayalde de olsa biz bu memleket, bu millet için güzel şeyler düşündük, diyebileceğiz..” Yorgun başladığım bu yazıyı dirilerek, tazelenerek bitiriyor olmak beni yine ümitlendirdi. Dizime yeniden yol yürüme dermanı veren Allah’a hamd olsun. Gitmeyeceğimi ben de biliyorum, kendimle blöfleştim yukarıda. Bitirirken mektubun da sonunu getirelim, sonsuz cümlelerle, “Kardeşim, bana bu memleketin düzeleceğine dair hayal kurma cesareti verdiğin için, beni anladığın için, uyuyan tüm kalabalıklara karşı benimle uyanık kaldığın için Allah razı olsun. Razı olsun, yoksa başka türlü kalplerimiz huzur bulmayacak.”