“Yolumuz iktidarı ele geçirmekten değil, insanları kazanmaktan başlar.” diyor Bilge Kral Aliya. Onun, yola nasıl çıktığını düşünerek son zamanlarda onun yolu ile kendi yolumuzu mukayese ediyorum. Malumunuz seçim telaşı ve herkes harıl harıl çalışmakta. Çoğu bulunduğu yerde muktedir olmak için çok azı da insanları kazanmak için çalışıyor. Biz duygusal bir milletiz, yığınla proje serseler de önümüze, gönül telimize dokunmayanı buyur etmeyiz memleketin başına. Nasıl dokunulur o gönül teline? Bununla ilgili izlediğim müthiş bir reklam var tabi, gözlerim dolu dolu izliyorum. Diyor ki,
“-Mesela kar düştü, üşüyen birileri var mı diye düşünüyorsan o zaman başkansındır
-Onları ısıtmak için sokak sokak arıyorsan başkansındır
-Açta, açıkta birilerini düşünüyorsan başkansındır
-Okul zamanı botsuz, paltosuz çocuklar oluyor, onları da düşünüyorsan başkansındır
-Bir merhabaya, bir selama ihtiyaç duyan insanları duyuyorsan başkansındır
-Tencere kaynamayan ocakları düşünüyorsan, bir sıcak çorba içemeyen insanları düşünüyorsan başkansındır
-Yaslanacak omuz arayan, yardıma muhtaç insanları düşünüyorsan başkansındır
Gönülden yapıp gönülleri kazanınca SAYIN BAŞKAN DEĞİL, BENİM BAŞKANIM OLURSUN…”
Kalabalık salonlarda vaatlerde bulunmak en kolayıdır. Geçen günlerde bir belediye başkan adayı öğrenci evinde menemen yapıyordu, biri gençlerle bowlinge gitmişti, biri gençlerle bağlama çalıp türkü söylüyordu. İzlerken samimiyetleri gönül telime dokundu. Yüzlerce insana kürsüden hitap etmek varken onlar 15-20 gençle zaman geçirmeyi, sohbet etmeyi, fikirlerini, eleştirilerini almayı tercih etmiş. Yüzlerce insanı bir yere toplamak değil, birkaç insanın muhabbetiyle toparlanmak değil mi mühim olan. Evet, zaman az, iş çok fakat gün boyu oradan oraya eksik bir etki ile koşmak mı yoksa tadını çıkara çıkara bir ihtiyaç sahibinin evinde çaya bisküvi batırmak mı? İzmir’deki, Gaziantep’teki o küçük çalışmalar buradan, Muş’tan bile karşılık bulmuşsa, gönül telime dokunmuşsa demek ki çalışmanın büyüğü buymuş. Bunlar seçmen arasında bir kelebek etkisi oluşturur. Gönüllere dokunmak ama öyle koşar adım değil, dinlemek ama dinliyormuş gibi yapmak değil, anlamak ama hemhâl olarak…
İnsanları şekillendirmek zordur fakat kendini şekillendirmek, terbiye etmek daha da zordur. Bu zoru başardığında bunun neticesi çevrene de topluma da sirayet eder. Bir yönetici adil olduğunda -verebileceği en basit kararda dahi-, kendinden önce kentini düşündüğünde, herkesin evladı, ailesi nasıl yaşıyorsa kendi evlatlarına, ailesine onu uygun gördüğünde ya da kendi ailesi nasıl yaşıyorsa diğerlerini o düzeyin üstüne çıkarmayı şiar edindiğinde, rüşvete, iltimasa, aşiretciliğe, adamcılığa müsaade etmeden işi ve hakkı ehline, sahibine teslim ettiğinde bunu zamanla halkın da benimseyeceği, bu düsturla yöneticisine destek olacağı Allah’ın izniyle aşikar bir durumdur.
Kıymetli bir Hocam yurt dışındaki anılarını anlatırken bahsettiği bir olay beni çok etkilemişti. Metroda, tramvayda bilet basmadan yolculuk yapabileceğini fakat bilet alma zorunluluğunun olduğunu söyledi. Yani alacaksın ama bunu vesaite binerken okutma mecburiyetin yok. İşin ilginç kısmı, kimse biletsiz binmiyor. Bunun Türkiye’de yaşandığını hayal ettim bir an fakat hayır hayali bile mümkün değildi. Bizimkiler biner, kimin ruhu duyacak yahu deyip kendilerini kandırdıklarını fark etmeden hatta her şey bir tarafa, Allah’ın her anımıza tanıklık ettiğini unutarak ve kandırmacadan
sonra gururla oradan uzaklaşarak her gün yeni taktikler geliştirirler. Hocam, bu durum bizde öyle değil, Allah korkusu olmayan insanlar her şey yapabiliyorken bir biletin mi üstesinden gelmeyecekler deme gafletinde bulundum ki Hocam araya girdi, gittiğim yerde neredeyse hiç Müslüman yoktu Nuray, dedi. Peki, onları biletsiz binmekten alıkoyan neydi? Denetim ve ceza! Eğer bir gün biletsiz bindiğin anlaşılır ise biletsiz bindiğine bineceğine lanet edersin diyor Hocam gülerek. Bu Muş’ta mümkün mü? Kendim çok sayıda olaya tanık oldum; babasını tanıyor, dayısını tanıyor diye müsamaha gösterilen nice olay. Evet, düşününce bu kadar basit bir şeyi görmezden gelse ne olacak sanki insanlık öldü mü! deyiveriyoruz. Tam olarak görmezden gelmeye başladığımızda insanlık yavaş yavaş çekiliyor aramızdan. Balık baştan kokar atasözüne de değinelim şuracıkta. Yöneticiler, idareciler taviz vermediğinde, haksızlığa, hukuksuzluğa göz yummadıklarında, “uzun zamandır benden iş bekleyen akrabam mı yoksa işin ehli mi” diye ikileme düşmediklerinde, hata yaptığında bile çıkıp bunu yüreklilikle söyleyip telafisi için büyük bir gayret gösterdiğinde, babasının oğlu bile olsa yaptığı yanlışta bedel ödettiğinde, memleketin en ücra köşesindeki hemşerisinin bile kaderi ile alakadar olduğunda, alakadar olması gerekip de olmayan kim varsa bunun hesabını sorduğunda, işte o zaman SAYIN BAŞKAN DEĞİL, BENİM BAŞKANIM olursun.
1 Nisan sabahına “BENİM BAŞKANIM” ile merhaba diyebilmek ümidiyle hoşça bakın zatınıza…