Eric Hoffer, “Toplumun çöküşü, özgürlükten değil, sorumsuzluktan doğar” derken yalnızca bir ahlak öğüdü vermiyordu; modern çağın özünü tarif ediyordu. Bugün insanlık, hakların kutsandığı ama sorumlulukların unutulduğu bir dehlizli çağın içinden geçiyor. Herkes konuşuyor, kimse taşın altına elini koymuyor. Özgürlüğün sınırlarını genişleten birey, sorumluluğun da alanını daraltıyor. Sonuçta ortaya çıkan şey, özgür değil savrulan, yönsüz ve hesap vermekten ürken bir toplum. Artık sorumluluk, geçmişin ağır kelimesi sayılıyor; oysa toplumsal ilerlemenin gerçek temeli, işte bu kelimenin vicdani yükünde saklıdır.
Medya, sorumsuzluğun en parlak laboratuvarına dönüştü. Gerçeği doğrulamadan yayımlayan, hakikati parmak hareketlerine indirgeyen, kitleleri sansasyonla yönlendiren bir ekran rejimi içindeyiz. Artık medya, haberi değil duyguyu, bilgiyi değil tepkiselliği ön plana çıkarıyor. Eleştiri değil linç, analiz değil manşet psikolojisi revaçta. Toplumun hafızası 24 saatlik haber döngüsünde sıfırlanıyor. Bu sahte dinamizm, kamu vicdanını değil, kamu hissini yönetiyor. Sorumsuz gazetecilik, demokrasinin düşmanı kadar tehlikeli; çünkü yalanın hızına yetişemeyen doğruluk, er geç sahneden çekiliyor.
Bürokrasi cephesinde sorumsuzluk, bir tür yetki tiyatrosuna dönüştü. Yetkiyi kullanan ama sonuçtan kaçan, imza atan ama hesap vermeyen bir idari kültürün içindeyiz. Masanın arkasına saklanmış bir görünmezlik konforu var. Kâğıtlar ilerliyor ama işler ilerlemiyor, dilekçeler işliyor ama adalet işlemiyor. Bürokratik zeka, artık çözüm değil prosedür üretiyor. Sorumluluk duygusu, sistemin hatası bahanesiyle sistemin dışına itiliyor. Modern devletin en büyük krizi, liyakat eksikliğinden önce sorumluluk yoksunluğudur.
Sanat dünyası da bu kervana katıldı. Bir zamanlar insanın vicdanını uyandıran sanat, bugün çoğu zaman yalnızca dikkat çekme aracına dönüştü. Derinlik, yerini trende bıraktı. Sorumsuzluk burada, estetik bir tercih kılığında geziniyor. “Sanat özgür olmalı” cümlesi, çoğu zaman “sanat hesap vermemeli”ye evrildi. Oysa gerçek sanatçı, toplumun kalbini okuyan değil, ona ayna tutan kişidir. Sanat, sahici sorumluluğun en zarif biçimidir; çünkü hakikati rahatsız etme cesaretidir.
Siyaset ise sorumsuzluğun en kurumsallaşmış hali olarak karşımızda duruyor. Söylemler, davranışları bağlamıyor; vaatler, sonuçla ölçülmüyor. Toplumun belleği, bir sonraki seçim dönemine kadar unutmaya programlı. Gerçek siyaset, toplumun yükünü omuzlayan bir ahlak biçimiyken; bugünkü siyaset, toplumun sırtına basarak yükselen bir rekabet oyununa dönüştü. Siyasi liderlik, artık hesap verebilirlik değil, manipülasyon maharetiyle ölçülüyor. Sorumsuz siyasetçinin en büyük yeteneği, sorumluluğu başkalarına yükleyebilmesidir.
Akademi de bu genel çürümeden muaf değil. Bilgi üretiminin merkezinde olması gereken yer, çoğu zaman üretim değil tüketim alanına dönüştü. Yayın sayısı artıyor ama etki azalıyor, tezler çoğalıyor ama düşünce derinleşmiyor. Akademik sorumluluk, hakikatin peşinde koşmak yerine, puan toplama, dedikodu ve ideolojik gruplaşma maratonuna sıkıştırılmış durumda. Akademisyen, toplumu aydınlatan değil; çoğu zaman sistemin gösterişli dişlisi hâline getiriliyor. Sorgulamak yerine uyum/biat sağlamak, entelektüel bir meziyet gibi sunuluyor. Bu sessizlik, düşünsel bir intiharın işaretidir.
O halde ne yapmalı? Sorumluluğu geri çağırmak zorundayız. Her kurumda, her bireyde, her fikirde. Sorumluluk, sadece bir görev değil, bir bilinç biçimidir. Medya için hakikatin namusu, bürokrasi için hizmetin vicdanı, sanat için anlamın dürüstlüğü, siyaset için kamuya hesap verme erdemi, akademi için gerçeğe sadakat demektir. Hoffer’ın işaret ettiği gibi, özgürlük ancak sorumlulukla anlam kazanır. Aksi halde, özgürlük değil, başıboşluk büyür. Ve toplum, kendi elleriyle kendi çöküşünü hazırlar. Yol yakınken birşeyler yapmak her zaman mümkündür.