Küçük yerleşim yerlerinin kendine özgü bir nabzı vardır. İnsan sayısı azaldıkça mesafe kısalır, mesafe kısaldıkça merak büyür, merak büyüdükçe denetim artar. Bu yüzden buralarda her başarı, sadece bir başarı değildir; birilerinin huzurunu bozan, dengeleri bozan, görünmez hiyerarşileri tehdit eden küçük bir depremdir.

Ne gariptir ki bizde tebrik cümleleri, dudak büküşleriyle beraber dolaşır. Birinin iyi bir şey yaptığı duyulduğunda önce sessizlik oluşur, ardından kaçınılmaz ek gelir: “Ama…” Bu “ama” küçük yerleşim kültürünün en keskin silahıdır. İyi olanı törpüler, yükseleni yere çeker, parlayanı gölgede bırakır. Parlaklık yalnızca göz kamaştırmaz; göz de çıkarır.

Bu değersizleştirme pratiği çoğu zaman başarıya değil, soy kütüğüne yönelir. Bir aile ferdinin hatası, başka birinin emeğini geçersiz kılmaya yeter. Çünkü burada birey olmak lükstür; soyadın ve dedenin eski borcu, bugünün tek kimliğidir. Sosyal hafıza uzun, toplumsal hafıza seçicidir.

Bu davranışın ardında yatan duygu rekabet değildir aslında; kıtlık psikolojisidir. Sanki bir başkasının yükselişi, kendi yerimize döşenmiş bir anıt gibidir. Başarı alkışlanırsa yerel hiyerarşi çöker sanılır. O yüzden kimse çok yükseltilmez, kimse çok övülmez, “yerini bilmek” öğretilir.

Ama asıl acı olan şudur: Değersizleştirilen sadece öteki değildir; kendi potansiyelimizdir. Çünkü alkışlamayı bilmeyen toplumlar, alkış almanın ne olduğunu da öğrenemez. Başarılar gizlenir, yetenekler saklanır, parlama cesareti budanır. Ve sonunda herkes sıradanlığın rahatına teslim olur.

Belki artık şunu kabul etmenin zamanı geldi: Birbirini küçülterek büyünen toplumların ufku da, geleceği de küçülür. Takdir edemeyen yerlerde gelişim değil, içe kapanma filizlenir.

Kim bilir, belki de büyümek için önce birbirimizi küçümseme alışkanlığımızdan vazgeçmeyi öğrenmeliyiz.