Tarih, tarih yazımı veya geçmişin bilgisi çoğu zaman geçmişin saf bir yansıması olarak görülmek istenir. Oysa tarihin yazımı, hiçbir zaman tekil ve mutlak bir anlatı değildir; bilakis farklı kültürlerin, inançların, üretimin, zaman anlayışlarının, ideolojik bağlamların, askeri gelişmelerin ve metodolojik yaklaşımların birleştiği senkretik (karma) bir inşa sürecidir. Her tarihçi, farkında olarak ya da olmayarak, hem kendi çağının ruhunu hem de önceki kültürel mirasların izlerini metinlerine harmanlayarak taşır. Bu nedenle, tarih bir “olmuş bitmiş olaylar dizisi” değil, sürekli yeniden kurgulanan ve yorumlanan bir anlam örgüsüdür. Bu nedenle öznel yorumlamaya sürekli olarak açık oluşu diğer taraftan onun "bilimsel olma" iddiasını tartışmaya açık hale getirmektedir.

İşinin ehli tarihçiler, kaynakları derlerken yalnızca “olgu” toplamazlar; seçer, ayıklar, yorumlar ve bir bağlama yerleştirirler. Bu seçme ve bağlama yerleştirme süreci, zaten başlı başına ideolojik bir işlemdir. Örneğin Haçlı Seferleri’ni Latin kronikleri üzerinden okuyan bir tarihçiyle, aynı süreci Arap müverrihlerinden izleyen bir başka tarihçi, aynı olaylardan farklı bir dünya resmi çıkarır. Bu durumda, senkretik bir tarih yazımı ortaya çıkar; çünkü bugünkü akademik anlayış, bu farklı parçaları yan yana koyup bütüncül bir resim üretmek ister. Ancak bu resim de asla nötr değildir.

Eleştirilmesi gereken bir başka nokta ise şudur: pek çok tarihçi hâlâ kendi yazımını nesnel ve mutlak bir hakikat gibi safiyane bir duygu ile sunma eğilimindedir. Oysa tarih yazımının senkretik doğasını görmezden gelmek, bilimin veya nesnel olanın ilerleyişini köreltir. Tekil anlatı iddiası, toplumsal hafızayı tek boyuta indirger, farklı deneyimlerin görünmezleşmesine neden olur. Örneğin Osmanlı tarihçiliğinde İslamî kronik geleneği ile Bizans tarih yazımının etkileri iç içe geçmiştir; ama modern milliyetçi tarih anlayışı bu senkretizmi görmezden gelerek kendi “saf” ulusal hikâyesini kurmaya çalışmaktadır. Bu, tarihin çoğul seslerini susturan bir yaklaşımdır.

Bu noktada, Edward H. Carr’ın "Tarih Nedir" adlı eseri özellikle hatırlanmalıdır; Carr, tarihin yalnızca belgelerden değil, onları seçen ve yorumlayan tarihçiden oluştuğunu vurgular. Benzer şekilde Hayden White, "Metahistory" adlı eserinde tarihsel anlatının edebi ve ideolojik kurgusunu çözümleyerek, tarihin her zaman bir anlatı inşası olduğunu ortaya koyar. Reinhart Koselleck’in "Geçmişin Geleceği" adlı çalışması ise zaman algılarının tarih yazımını nasıl biçimlendirdiğini göstermektedir. Bu üç yaklaşım, senkretik bakışın kavranması için temel kilometre taşlarıdır.

Dolayısıyla bugün tarihçilerin önünde iki büyük sorumluluk vardır. Birincisi, geçmişin farklı kültürel ve ideolojik seslerini bir arada işitebilmek ve senkretik yapıyı kabul ederek metinlerine bunları taşımaktır. İkincisi ise, kendi yazımlarının da belirli bir çağın, ideolojinin ve hatta kişisel önyargıların ürünü olduğunu dürüstçe kabul etmektir. Tarihi tek bir merkezden okumak yerine, onu çoğul bağlamların ve çoklu etkilerin iç içe geçtiği bir alan olarak görmek, hem metodolojik dürüstlüğün hem de bilimsel olgunluğun göstergesidir.

Bugün hâlâ birçok kentli ve taşralı akademisyenin “objektif tarih” söylemine sarılarak gösteri yapması, aslında tarihin doğasını inkâr etmekten başka bir şey değildir. Tarihçi, mutlak hakikatin sözcüsü değil; farklı anlatıları bir araya getirip ve ölümcül bir kimliğin baskısı altında kalmadan eleştirel süzgeçten geçiren bir kurucu özne olmak zorundadır. Ve tarihin yazımı senkretik bir inşadır; bu gerçeği reddeden her çaba, geçmişi değil yalnızca kendi ideolojik gölgesini yansıtır.