HABER49-İnsanlık tarihi çoğu zaman kahramanlardan, saraylardan, cephelerden ve kılıçlardan okunur; oysa hakikatin izi çoğu zaman ayaklarımızın altındadır. Ayakkabı, yalnızca toprağa değen bir eşya değil, insanın doğayla, iktidarla ve benliğiyle kurduğu ilişkinin en dürüst tanığıdır. Çıplak ayağın örtülmesiyle başlayan bu serüven, zamanla statünün, aidiyetin ve ahlaki duruşun sembolüne dönüşmüştür. İnsan ayağını örterken sadece soğuktan değil, kendi kırılganlığından da korunur; fakat aynı anda kim olduğunu ve kim olmak istediğini de topluma ilan eder.
İlkel toplulukların yaşadığı zamanlarda ayakkabı hayatta kalmanın aracıdır; deri, lif ya da ağaç kabuğundan yapılmış yalın bir koruyucu. Medeniyet seviyesi ilerledikçe ayakkabı da karmaşıklaşan hayatta “sınıf bilinci” kazanır. Antik Mısır’da sandalet, köle ile soylu arasındaki farkı ayıran sessiz bir belgeye dönüşürken, Roma’da ayakkabının rengi ve bağcık biçimi bir tür toplumsal kimlik kartı işlevi görür. Burada ayaklar yalnız yürümemiştir; aynı zamanda konuşmuş, hatta ilan vermiştir.
Ortaçağ’da çamurun bolluğu, hiyerarşinin berraklığıyla dengelenmiştir. Sivri burunlu ayakkabılar soyluluğun göstergesi sayılmış, burun uzadıkça asaletin de uzadığı sanılmıştır. Köylünün ayağındaki çarık ise yalnız yoksulluğu değil, kaderin ona biçtiği sınırı temsil eder. Bu noktada ayakkabı adeta sessiz bir ferman gibidir: “Nereye basacağını değil, yerini bil.” P. Bourdieu’nün sınıfsal habitus kavramı tam da burada anlam kazanır; bedenin taşıdığı her ayrıntı gibi ayakkabı da sınıfın farkında olmadan tekrar edildiği bir alışkanlıktır artık.
Modern çağla birlikte ayakkabı, sınıfsal farkları gizlemeyi öğrenmiş ama ortadan kaldıramamıştır. Takım elbisenin altındaki pahalı deri ayakkabı ile işçi botu arasındaki fark artık saray kapılarında değil, plazaların cilalı zeminlerinde okunur. Reklamlar eşitlik masalı anlatırken, etiketler gerçeği fısıldar. Ayakkabı bu çağda ironik bir gülümsemeyle şunu söyler: “Herkes eşit doğar belki ama tabanlar hâlâ farklı aşınır.”
Ayakkabı aynı zamanda karakterin itiraf defteri gibidir. Parlatılmış ve özenle giyilmiş bir ayakkabı düzeni ve kontrol arzusunu; yıpranmış ama bakımlı bir ayakkabı tecrübeyi ve direnci anlatır. Bağcıklarını bile bağlamaya üşenenlerin hayata dair cümleleri de çoğu zaman yarım kalır. H. Arendt’in gündelik eylemlerin ahlaki anlamına yaptığı vurgu burada hatırlanmalıdır: Küçük tercihler, büyük karakterleri ele verir. Ayakkabı, bu küçük ama ifşa edici tercihlerden biridir.
İslam medeniyetinde ayakkabı, tevazu ve sınır bilinciyle anlam kazanır. Mabede girerken ayakkabının çıkarılması, yalnızca bir temizlik kuralı değil, benliğin iddialarını eşikte bırakma çağrısıdır. Hz. Musa’ya “ayakkabılarını çıkar” hitabının yöneldiği yer, yalnız bir vadi değil, insanın kibridir. Ayakkabının çıkarıldığı yerde sınıf da, unvan da askıya alınır; geriye yalnız kul kalır.
Aynı şekilde, Hz. Ömer’in yamalı ayakkabılarıyla Kudüs’e girişi, ayakkabının statüyü değil ahlakı temsil edebileceğinin en çarpıcı örneklerindendir. O an ayakkabı, iktidarın değil adaletin sembolüne dönüşmüştür. Postalların gücü temsil ettiği bir dünyada, yamalı bir ayakkabı tarihe daha ağır bir iz bırakmıştır. Bu örnek, ayakkabının bazen yürüyüşten çok duruşu temsil ettiğini gösterir.
Günümüzde marka fetişizmi, ayakkabıyı neredeyse modern bir put haline getirmiştir. Ayaktan çok vitrinde yaşaması istenen ayakkabılar, yürümekten ziyade gösterilmeyi arzular. İnsanlar yolları aşındırmak yerine kart limitlerini zorlamaktadır. Ayakkabı artık bizi bir yere götürmez; bizi bir “görüntüye” hapseder. Bu da modern insanın trajik hicvidir: Yürüyebildiği kadar değil, gösterebildiği kadar var olmak.
Sonuçta ayakkabı, insanın toprağa değen en samimi tarafıdır. Başımız yalan söyleyebilir, ellerimiz rol yapabilir; fakat ayaklarımız çoğu zaman gerçeği ele verir. Nereden geldiğimizi, neye bastığımızı ve nereye gittiğimizi fısıldar. Belki de bu yüzden medeniyeti anlamak isteyenlerin, biraz başlarını yukarı kaldırmayı bırakıp ayaklarına bakması gerekir. Çünkü taban, çoğu zaman vicdandan daha dürüst konuşur.
Günümüz gündelik hayatın içinde ayakkabı, yalnızca ayağı koruyan bir unsur değil; mekânın diliyle konuşan, statüyü ve zihniyeti sessizce ele veren bir göstergedir: gazinoda rugan ya da şık klasik veya renkli bir ayakkabı gecenin resmiyetini ve görünürlük iddiasını taşırken, birahanede daha rahat ama özenli bir bot ya da loafer samimiyeti ve şehirli rahatlığı temsil eder; meyhanede gösterişli ayakkabı mekânın ruhunu bozar, temiz ama mütevazı bir deri ayakkabı aidiyet hissi üretir; düğünde parlak ve yeni ayakkabı “özel gün” bilincini vurgular; sporda ayakkabı tamamen işlevdir, performans ve sağlık önceliklidir; bürokratik ve siyasi alanlarda koyu renk, klasik ve risksiz modeller ciddiyet ve otorite mesajı verir; hastanede sessiz tabanlı, sade ve hijyenik ayakkabı saygı ve dikkat göstergesidir; hamamda ise statü erir, ayakkabı kimliğin kapıda bırakıldığı sembolik bir eşiğe dönüşür; akademisyen içinse ayakkabı, kürsüdeki bilginin ve entelektüel ciddiyetin sessiz tamamlayıcısıdır ne aşırı gösterişli ne de özensiz, temiz, sade ve mekân bilinci olan bir tercih, akademik duruşun ayrılmaz parçasıdır; bu yüzden ayakkabı seçiminizde dikkatli olun, çünkü çoğu zaman ilk cümleyi ayakkabılarınız kurar.