Tarihin, yalnızca olayların sıralanmasından ibaret olmadığını, aynı zamanda insanın iç dünyasından, duygularından ve hislerinden de çok güçlü bir şekilde beslendiğini kabul etmek, insan merkezli bir tarih anlayışının en temel adımıdır.


Tarihin, yalnızca olayların sıralanmasından ibaret olmadığını, aynı zamanda insanın iç dünyasından, duygularından ve hislerinden de çok güçlü bir şekilde beslendiğini kabul etmek, insan merkezli bir tarih anlayışının en temel adımıdır. Bu çerçevede tarih; savaşlardan diplomasilere, devrimlerden millet inşasına, dini inançlardan şehirlerin doğuşuna, ticaretin gelişiminden kültürel/sanatsal ve sosyal yaşamın her biçimine ve yasa yapımına kadar birçok boyutta insan hislerinin izlerini taşır. Hisler; öfke, korku, özlem, umut, sevgi, merhamet, hiddet. Nefret, kıskançlık, aidiyet, arzu, onur... gibi sayısız biçimde tezahür ederken, tarihi her açıdan şekillendiren itici kuvvetlerden biri haline gelir.

İnsanlık tarihine yön veren büyük savaşlar çoğunlukla akılcı ve stratejik hesaplamalardan ibaret değildir. Pek çoğu, korkunun yaygınlaştığı, nefretin körüklendiği, intikam hissinin derinleştiği toplumsal iklimlerde vuku bulmuştur. I. Dünya Savaşı’nın başlamasında milliyetçi duygular kadar, imparatorlukların çöküşe dair duyduğu panik de etkili olmuştur. Fransız Devrimi, yalnızca sınıfsal eşitsizliklere karşı bir başkaldırı değil, aynı zamanda "adalet", "onur" ve "özgürlük" gibi hislerin kitlesel bir isyana dönüşmesidir. Yani bir anlamda devrimler, yalnızca sistemlere değil, insanların his dünyasındaki çürümüşlüğe de bir başkaldırıdır. Haçlı seferlerinde egemen olan duygular ile başlangıçta Müslümanlarda gaza ve cihada dair var olan hisler dine dair beslenen beklentiler ile açıklanabilir.

Diplomasi ise tarihin en duygusuz görünen sahnesinde bile hislerin en ince şekilde işlediği bir alandır. Devletlerarası müzakerelerde kararları etkileyen yalnızca çıkarlar değil; onur, güven, kin, saygı, alt etme ya da aşağıla (n) ma duyguları da belirleyici rol oynar. Osmanlı-Avusturya diplomatik ilişkilerinde, karşılıklı rütbe takdimlerinde yaşanan sembolik üstünlük çatışmaları bunun açık örneğidir. Diplomasinin dili, çoğu kez nezaket kisvesi altında sürdürülen bir hisler mücadelesidir.

Milletlerin ortaya çıkışında ortak kültür, dil ve tarih kadar, ortak acılar ve sevinçler yani ortak hislerin inşa ettiği hafıza da belirleyici olmaktadır. Bir halkın milletleşme süreci, sadece siyasi sınırlarla değil, hislerle örülür. Balkan uluslarının 19. yüzyıldaki uluslaşma süreci, kolektif olarak yaşanmış travmaların, anıların, fedakârlıkların ve efsanelerin –yani hislerin– sistematik olarak anlatıya dönüştürülmesiyle hız kazanmıştır. Aynı şekilde, Kuvayı Milliye tepkiselliğinden Cumhuriyetin kuruluşuna doğru "bağımsızlık/yeniden doğuş/namus/inanç" vb hissiyatlar devletin yeniden inşasının manevi harcı olmuş duygulardan birkaçıdır.

Dini inançların tarihi belirlemedeki rolü de büyük oranda hislerle iç içedir. İnanç, sadece aklî değil, hissî bir tecrübedir. Korku (cehennem), umut (cennet), sevgi (tanrıya yakınlık), suçluluk (günah), hayranlık (keramet) gibi hisler, dini inancın birey ve toplum üzerindeki etkisini derinleştirir. Peygamber anlatılarında sıkça karşılaşılan “tevazu”, "erdem", “öfke”, "eminlik", “rahmet”, “azim” ve "sabır" gibi kavramlar hissiyatın tarihsel boyutunun kutsallaştığını gösterir. Hac yolculuklarından tekkelerin estetik dünyasına kadar birçok dini pratik, hislerin örgütlendiği bir tarihsel bağlam sunar.

Şehirlerin ortaya çıkışı ve ticaretin gelişiminde dahi hislerin etkisi göz ardı edilemez. Şehir; güvenliğin, aidiyetin ve kimliğin hissedildiği bir mekân olarak doğmuştur. Ticaret ise sadece ekonomik bir eylem değil, güven, dostluk, haset ya da açgözlülük gibi hislerle şekillenen bir sosyal ilişkidir. Ortaçağ’daki tüccar loncaları, yalnızca ekonomik birliktelikler değil, aynı zamanda mesleki gurur, sadakat ve dayanışma hisleriyle örülmüştür. Ticari anlaşmazlıklar çoğu zaman, hukuki metinlerden çok duygusal kırılmalar ve güven kaybı nedeniyle büyür.

Evlilik biçimlerinin tarihsel dönüşümü de hislerin evrimsel seyriyle doğrudan ilişkilidir. Aşk, onur, namus, kıskançlık, aidiyet gibi hisler, evlilik kurumunun hem biçimlerini hem de anlamını dönüştürmüştür. Aile, çoğu zaman bir sosyal ve ekonomik birim olarak tanımlansa da, esasen hislerin yönetildiği en eski kurumsal yapıdır. Patriyarkal toplumlarda evlilik, erkeğin kıskançlık ve sahiplenme duygusunun ürünü olarak şekillenmiş; modern toplumlarda ise “sevgi” hissi, evliliğin temel dayanağı haline gelmiştir.

Yasaların ortaya çıkışı ise doğrudan hislerin kontrolüyle ilgilidir. İlk yazılı kanunlardan günümüze dek yasa yapımı, öfke, intikam, korku ve adalet duygusunu yönetme çabasıdır. Hammurabi Kanunları'ndaki “kısasa kısas” ilkesi, mağdurun öfkesini toplumsal düzene kanalize etmenin tarihsel örneğidir. Modern hukuk sistemleri ise "suçluluk", "pişmanlık", "vicdan", "merhamet" gibi hisleri göz önünde bulundurarak cezai indirimler yapmaktadır. Hatta uluslararası ceza hukukunda bile “insanlığa karşı suç” gibi kavramlar, yalnızca fiili değil, hisleri de yargılamaya açar.

Sonuç olarak, tarih yalnızca belgelerle ve diğer kanıtlar ile değil, hislerle de inşa olduğunu bilmek gerekir. İnsan hisleri, yalnızca bireysel yaşantıları değil, kolektif hafızaları da şekillendirir. Savaşın patlak vermesi kadar barışın kurulması, bir milletin doğuşu kadar bir imparatorluğun çöküşü, politik kavga/mücadele ve entrikalardan kanunların yazılmasına kadar ve hatta bir şehir planının çizilmesi de hislerin ürünüdür. Bu manada eski insanların hislerinin yoğun olarak temaşası mağara gibi yerlerde bulunan figür ve çizimlerde görülebilir.

Tarihi vakaları anlamak için sadece dışsal nedenlere değil, insanın iç dünyasına, duygularına ve hislerine de eğilmek tarihçiliğin entelektüel derinliğini artıran en önemli adımlardan biridir. Bu sebeple, hissiz bir tarih yazımı, eksik ve yüzeysel bir anlatıdan öteye geçemez.