HABER49- Özellikle ağaçlara duyulan saygı ve ormanların korunmasına yönelik davranış biçimleri, henüz çevre bilinci modern anlamda oluşmadan önce bile toplumun temel değerleri arasında yer alıyordu. Eğilmez, İslamiyet öncesi dönemlerden itibaren Türklerde var olan "ağaç kültü"nün, doğayı kutsal bir varlık olarak görme anlayışına dayandığını belirtiyor. Hayat ağacı inancının kayın ağacı üzerinden sembolleştirildiğini ifade eden Eğilmez, bu sembolün sadece dini değil, aynı zamanda sosyal yaşamda da yer bulduğunu vurguluyor.
Türklerin doğaya olan bu hassasiyeti zamanla sadece kültürel bir değer olmaktan çıkmış, hukuki yaptırımlarla desteklenen bir sistem haline dönüşmüştür. Orman yangınlarının bilinçli şekilde çıkarılması, geçmişte dayaktan müebbet kürek cezasına kadar uzanan ağır yaptırımlarla cezalandırılmıştır. Bu kapsamda Türklerin doğaya karşı geliştirdiği sorumluluk anlayışı, yalnızca bireysel bir duyarlılık değil; toplum düzeninin de temel taşlarından biri olmuştur.
SELÇUKLU DÖNEMİNDE YANGINLARA KARŞI ALINAN ÖNLEMLER VE HUKUKİ YAPTIRIMLAR
Doç. Dr. Savaş Eğilmez’in değerlendirmelerine göre, Büyük Selçuklu ve Türkiye Selçuklu dönemlerinde şehir planlaması önem taşısa da yapı malzemelerinin çoğunlukla ahşap olması yangın riskini ciddi oranda artırıyordu. O dönemlerde henüz organize bir itfaiye teşkilatı bulunmasa da kamu düzeninden sorumlu olan “muhtesipler”, çarşı ve pazarlarda yangınlara karşı tedbir alma göreviyle yükümlüydü. Bu bağlamda yangınla mücadele, toplumsal iş birliğiyle yürütülüyordu. Komşular, esnaf loncaları ve mahalle sakinleri yangın söndürme çalışmalarında aktif rol alırken; su kuyuları, sarnıçlar ve şadırvanlar da müdahale araçları arasında yer alıyordu.
Selçuklu hukuk sistemi, büyük ölçüde İslam hukuku ve Türk töresine dayanıyordu. Bu sistemde yangına sebep olan kişinin kastı cezaların şekillenmesinde belirleyici rol oynuyordu. Kasten çıkarılan yangınlar cinayetle eşdeğer sayılıyor; fail hakkında kısas, diyet veya idam cezaları uygulanabiliyordu. Dikkatsizlik sonucu çıkan yangınlarda ise kadılar tarafından hapis, para cezası veya sürgün gibi yaptırımlar öngörülüyordu. Yangın sonucu mal kaybı oluşmuşsa, zarar gören tarafın tazmin edilmesi esastı. Bu durum, yangınla mücadelede hem caydırıcılığı hem de adalet duygusunu besleyen güçlü bir hukuki zeminin varlığını ortaya koyuyor.
OSMANLI DÖNEMİNDE YANGINLARLA MÜCADELE: SİYASET, CEZA VE TOPLUMSAL KATILIM
Osmanlı İmparatorluğu’nda orman yangınlarının sebepleri, günümüzdeki nedenlerle büyük oranda örtüşüyordu. Eğilmez’e göre; tarla açmak, yeni arazi kazanmak, eğlenme sırasında dikkatsizce ateş yakmak, trenle seyahat ederken dışarı atılan korlar gibi nedenler, sık sık yangınlara yol açıyordu. Tarihî belgeler, 1902 yılında bir tren yolculuğunda atılan sigaranın 500 dönüm ormanı kül ettiğini; 1916’da Belgrad Ormanı’nda yine bir sigaranın devasa bir yangına sebep olduğunu ortaya koyuyor. Hatta 1894 yılında tren ateşçilerinin neden olduğu kıvılcımlar, Sinekli ile Çerkezköy arasındaki geniş bir ormanlık alanın yok olmasına yol açmıştı.
Yangınların sadece bireysel ihmallerle sınırlı kalmadığı, kimi zaman siyasî amaçlarla kasıtlı olarak çıkarıldığı da biliniyor. 1919’da Rum çeteleri, kolluk kuvvetlerini meşgul etmek amacıyla bilinçli olarak orman yangınları başlatmıştı. Bu süreçte Osmanlı devleti, yangınlarla mücadelede halkı da seferber ederek askeri birliklerden muhtarlara, köy halkından aşiret reislerine kadar geniş bir yelpazede katılım sağlamıştır. Kuru otların temizlenmesi, yangın hatlarının açılması gibi önleyici tedbirlerin yanı sıra, yangına sebep olanlara ağır cezaların uygulanması da uygulanan yöntemler arasındaydı. Aynı zamanda üstün gayret gösterenlere verilen madalyalar ve ödüllerle toplumun bu konuda motive edilmesi sağlanıyordu.
İTFAİYE TEŞKİLATININ DOĞUŞU VE KURUMSALLAŞMA SÜRECİ
Yangınlarla mücadelede en kritik adımlardan biri, Osmanlı’da 1714 yılında atıldı. Bu tarihte, Yeniçeri Ocağı bünyesinde ilk tulumbacı bölükleri kurularak yangınlara karşı kurumsal müdahale dönemi başlatıldı. Eğilmez’in açıklamalarına göre, bu gelişme Osmanlı’nın itfaiye sisteminin temelini oluşturdu. Kurumun tarihsel gelişimi beş ayrı dönemde ele alınıyor: İlk olarak 1714-1826 arası Hazırlık Dönemi olarak adlandırılıyor. Bu dönemde tulumbacılar doğrudan Yeniçerilere bağlıydı. 1826-1828 yılları arasında, Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasının ardından kısa süreliğine yerel tulumbacılar devreye girdi.
1828-1874 arasında Toparlanma Dönemi yaşandı ve bu süreçte Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusuna bağlı yangın birlikleri faaliyet gösterdi. 1874-1923 arası Yükselme Dönemi olarak kayıtlara geçti. Bu yıllarda itfaiye teşkilatları hem askeri hem belediye bazında gelişerek daha organize bir yapıya kavuştu. Cumhuriyet dönemiyle birlikte itfaiye sisteminde yeniden yapılanmaya gidildi ve modern, sivil tabanlı, profesyonel itfaiyecilik anlayışı benimsendi. Bu gelişmeler, Türk toplumunun yangınla mücadelede sadece reflekslerle değil; sistemli ve tarihsel birikimle hareket ettiğini ortaya koyuyor.
AVRUPA’NIN ŞAŞKINLIĞI: OSMANLI’NIN DOĞAYA DUYDUĞU SAYGI SEYYAHLARI ETKİLEDİ
Osmanlı Devleti’ni ziyaret eden Avrupalı seyyahlar ve elçiler, Türklerin doğaya ve hayvanlara gösterdiği özen karşısında zaman zaman hayranlıklarını, zaman zaman da şaşkınlıklarını dile getirmiştir. Doç. Dr. Savaş Eğilmez’in aktardığına göre, bu gözlemler Osmanlı’nın doğa anlayışının Batı’daki birçok toplumdan daha ileri bir bilinçle şekillendiğini gösteriyor. Örneğin, Osmanlı ordusunda görev yapan ve sonradan Müslüman olarak Humbaracı Ahmed Paşa ismini alan Fransız asıllı Kont de Bonneval, hatıralarında, sıcak havalarda ağaçların kurumasını engellemek amacıyla onları sulamak için vakıf kuran Türklerden övgüyle bahsetmiştir.
Bu tür uygulamalar, sadece çevresel bir duyarlılığı değil; aynı zamanda toplumsal sorumluluğun ve merhamet kültürünün kurumsallaşmış hâlini de yansıtıyor. Osmanlı toplumunun doğayla olan ilişkisi, sadece ekonomik ya da gündelik bir ihtiyaçla sınırlı kalmamış; metafizik, dini ve etik bir boyut da kazanmıştır. Batılı gözlemciler için bu yaklaşım çoğu zaman alışılmışın dışında ve hayranlık uyandırıcıydı. Bu tarihî miras, günümüz çevre sorunları karşısında yeniden hatırlanması gereken önemli bir öğreti niteliği taşıyor.