Tarihi olayların arkasında evrensel yasaların bulunup bulunmadığı tartışması, tarih felsefesinin en kadim soru(n)larından biridir. Bu alanda popüler birinci grubu temsil edenler her tarihsel süreci kendi bağlamında değerlendirmek gerektiğini savunurken buna karşın ikinci grupta olanlar ise tarihin yönünü tayin eden bazı temel/evrensel ilkelerin varlığını savunurlar. Bu bağlamda, özellikle ekonomik zenginlik ile kültürel, sosyal ve siyasal gelişmişlik arasındaki sıkı ilişkinin, tarihsel olayların yönünü tayin etmede göz ardı edilemeyecek bir etken faktör olarak öne çıktığı kabul görülmektedir. Maddi kaynaklara sahip olan toplumlar sadece hayatta kalmakla yetinmemiş; dış politikada baskınlık, sanat ve müzikte sürekli bir yenilik, kent ve mimaride canlılık, güçlü eğitim modelleri ile gelecek kuşakların varlığında etkin olmuşlardır. Oysa aynı dönemde yoksunluk ve kıtlıkla mücadele eden toplumlar çoğu zaman ya başka bir gücün arka bahçesi olmuş ya da tarih kitaplarının dipnotlarına bile girememişlerdir.
Antik Yunan medeniyetinin ortaya çıkışı, bu denklem için çarpıcı bir örnektir. M.Ö. 5. yüzyılda Atina, Ege ticaret yollarının kilit noktalarından biri olarak ekonomik refah içinde yüzmekteydi. Bu zenginlik sayesinde sofist felsefeciler kamusal alanlarda sorgulayıcı düşünceyi yayarken, mimari yapılar sadece bir inanç ifadesi değil, aynı zamanda bir güç ve ihtişam sembolü olarak inşa edilmekteydi. Bugün “Batı medeniyeti”nin temel taşlarını teşkil eden drama, retorik, mantık ve yurttaşlık gibi kavramlar, ancak bu ekonomik refah ortamında serpilen bir düşünsel iklimde yeşerebilirdi. Aynı çağda Mezopotamya’nın ya da Orta Afrika’nın bazı bölgelerinde henüz kent devletlerinin bile oluşmadığı ya da varlıklarını sürdürmekte zorlandığı da görülür.
Zenginlik yalnızca iç gelişimi değil, dış politika davranışlarını da belirlemiştir. Roma İmparatorluğu’nun Akdeniz’i bir iç göl haline getirmesi, sadece askeri kabiliyetiyle değil, aynı zamanda devasa bir ekonomik organizasyonu yönetebilme kapasitesiyle ilgilidir. Roma'nın yolları, sadece lejyonları değil, aynı zamanda tahıl, şarap, köle ve fikirleri de taşımıştır. Bugün hâlâ kullanılan birçok yol ve köprü, ekonomik imkanlarla ayakta tutulabilmiş mühendislik harikalarıdır. Roma’yla aynı çağda yaşayan ve iktisadi açıdan daha düşük seviyede olan kavimler ise Roma'nın hikâyelerinde sadece "barbar" olarak yer alabilmiştir.
Sanat ve müzik de benzer bir ilişki ağında şekillenmiştir. Rönesans’ın İtalya’da başlaması tesadüf değildir. Floransa, Venedik ve Milano gibi şehirler, hem ticaretin hem de bankacılığın merkezleriydi. Medici ailesi gibi zengin sponsorların sanata yatırımı, Michelangelo’yu Sistina Şapeli’nin tavanına, Leonardo da Vinci’yi ise bilim ile sanatı sentezlemeye yönlendirmiştir. Oysa aynı dönemlerde Balkanlar’da, Anadolu’da veya Asya içlerinde sanat çoğu zaman geçim derdi nedeniyle ikinci plana itilmiştir.
Mimari ve kentleşme de ekonomik durumdan doğrudan etkilenmiştir. Endülüs Emevileri'nin Kurtuba Camii ve El Hamra Sarayı gibi yapıları, sadece birer ibadet mekanı değil, aynı zamanda refahın ve kültürel zenginliğin simgeleridir. Oysa aynı yüzyıllarda Orta Avrupa'nın bazı köylerinde insanlar tahta kulübelerde yaşamakta, mimari ise sadece barınak inşasıyla sınırlı kalmaktadır. Bu durum, zenginliğin sadece bireysel refahı değil, kolektif estetik düzeyi de nasıl etkilediğini gösterir.
Edebiyat ve eğitim ise toplumların hem iç dünyasını hem de gelecek tahayyülünü şekillendiren iki alandır. Abbasiler döneminde Bağdat'taki Beytülhikme, antik bilgilerin çevrildiği, geliştirildiği ve öğretildiği bir merkez haline gelmiştir. Bu kurumun ortaya çıkmasını sağlayan ise yalnızca bilim aşkı değil, aynı zamanda ekonomik ve siyasal istikrarın sağladığı ortamdır. Aynı çağlarda Avrupa'da karanlık çağ hüküm sürmekte; kilise otoritesi düşünceyi bastırmakta, eğitim sadece din adamlarına mahsus tutulmaktaydı.
Ekonomik veya maddi zenginlik, tarih boyunca birçok topluma sıçrama tahtası olmuşken, yoksulluk çoğu zaman entelektüel üretimi sekteye uğratmış, toplumsal hafızayı kısıtlamış ve nesilden nesile aktarılan birikimi sınırlandırmıştır. Ancak bu genel tabloya rağmen, zaman zaman yoksul toplumların içinden de büyük şahsiyetlerin, edebi eserlerin ve ahlaki öğretilerin çıktığı görülür. Bu ise ekonomik belirleyiciliğe karşı bir "insan faktörü"nün varlığını gösterir. Ancak bireysel başarılar hiçbir zaman yapısal dönüşümün yerini tutamamıştır.
Sonuç olarak tarihin belirli evrensel yasaları olup olmadığı tartışılabilir; ancak ekonomik zenginliğin tarihsel gelişmeleri biçimlendirmede çok belirleyici bir rol oynadığı açıktır. Medeniyetlerin yükselişi, mimari ihtişamlar, sanatsal patlamalar ve düşünsel devrimler çoğu zaman zenginliğin gölgesinde gerçekleşmiştir. Bu durum, tarihsel ilerlemenin sadece fikirlerin değil, aynı zamanda kaynakların da bir sonucu olduğunu ortaya koyar. Dolayısıyla tarih, sadece fikirlerin tarihi değil; aynı zamanda "imkanlar"ın tarihidir. Ve bu imkanlar, en çok zenginliğin olduğu yerlerde konuşmuştur. Bu düşünce ekseninde, Muş'un maddi ve ekonomik zenginliğinin gün geçtikçe artırılması onu sıradan ve geri kalmışlıktan kurtararak gelecekte yeni tarihsel, sosyal, kültürel ve iktisadi fırsatlara kavuşturacaktır.