Bir zamanlar pınarların sesiyle uyanan Anadolu köyleri, şimdi tanker sesleriyle uyanıyor. Çocuklar suyun tadını bilmeden büyüyor, anneler damacana suyunu rasyonla kullanıyor. Tarla artık bereketle değil, susuzlukla yoğruluyor. Yıllarca “su akar Türk bakar” diye alay ettiğimiz gerçeğin, aslında bizim elimizde kuruyan bir ironi olduğunu anlayamadık. Modern şehirlerin çeşmeleri akarken, kırsalın kuyuları çatlıyor. Adalet sadece hukukta değil, suyun akışında da kayboldu.
Kentler ise ayrı bir felaketin ortasında. Her yeni rezidans, her yeni AVM, her süs havuzu bir “su mezarlığı” gibi yükseliyor. Betonun arasında nefes alamayan toprak, yağmuru tutamıyor artık. Yağmur yağsa sel oluyor, yağmasa kuraklık. İroni şu ki; kent insanı sabah duşta 20 dakika harcıyor ama akşam televizyon karşısında “su tasarrufu” reklamına iç geçiriyor. Bu çağın en acı komedisi işte budur: Suya en çok sahip olan, onun kıymetini en az bilen şehirli insandır.
Kırsalın su sıkıntısı sadece bir çevre sorunu değil, bir göç ve yoksulluk zinciridir artık. Çiftçi sulayamadığı toprağı terk ediyor, köyler sessizliğe gömülüyor, şehirlerse bu göçle şişiyor. Her terk edilen tarla, her kurumaya yüz tutmuş dere, geleceğimizden eksilen bir nefes gibidir. Anadolu’nun bereketini kurutan sadece güneş değil, insanın düşüncesizliğidir. “Bir gün susuz kalırsak ne olur?” diye sormak için bile artık geç kalıyoruz.
Geleceğe dair tabloysa sarsıcı. Bilim insanları 2040’ı “su savaşlarının yılı” olarak işaret ediyor. Barajların kuruduğu, göllerin çekildiği, ülkelerin sınırlarını suyla korumaya çalıştığı bir dönem. Bugün komşuya selam vermeyen toplumlar, yarın belki komşusunun musluğuna göz dikecek. Bu, ne romantik bir abartı ne de edebi bir metafordur. Bu, insanlığın kendi eliyle yazdığı kara bir kehanettir.
Aziz Kur’an’da “Biz her canlıyı sudan yarattık.” (Enbiya, 30) buyrulur. Ve bir başka hadiste Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle uyarır: “Akan suyun başında bile israf etmeyin.” Oysa bugün biz, sadece suyu değil; nimeti, hikmeti ve insanlığı da israf ediyoruz. Suyu israf etmek, aslında hayatı israf etmektir. Ne yazık ki biz, musluğun sesini bile artık duymuyoruz; çünkü vicdanın sesi çoktan kısıldı.
Belki de suyun bize verdiği en büyük ders şudur: “Ben kaybolursam, siz de kaybolursunuz.” Bu uyarıyı duymayan toplum, ne kalkınır ne yaşar. Suyu korumak, sadece çevrecilik değil; medeniyetin devamı, imanımızın gereğidir. Kırsaldan kente, tarladan ofise, çeşmeden baraja kadar herkesin payı vardır bu günahın içinde.
Peki ne yapmalı? Her birey suyu kutsal bir emanet bilip kullanımı ile ilgili eğitim basamaklarında sorgulamalı bir şekilde eğitilmeli. Toplum, su tasarrufunu alışkanlık değil, kültür haline getirmeli. Kamu birimleri ise gösteriş projeleriyle değil, altyapı, yağmur hasadı, gri su sistemleri ve kırsal desteklerle bu felaketi durdurmalıdır. Ayrıca belediyeler ev ve işyerlerinde hane halkı bağlamında su kotalarını elde geçirip noksansız bir şekilde uygulamalılar. Kotayı aşanlar hem maddi açıdan daha yüksek rakamlar ile külfetini karşılamalı hem de neden ve nasıl tüketerek aştığı ile ilgili sorgulanmalıdır. Eğitimden tarıma kadar her alanda su bilinci yerleşmedikçe, en parlak şehirler bile çölde serap olur. Su bir nimettir; nimeti korumaksa imanın, aklın ve vicdanın borcudur. Son damlanın çığlığını duymak için musluğun değil, kalbin sesini açmak gerekir.