SESSİZLİĞİN GÜCÜ: GÖREBİLENLERİN SORUMLULUĞU

Abone Ol

Haksızlıkları görenler sustuğunda, toplumun vicdanı yavaşça uyuya kalır. Sessizlik, bireyden topluma, topluluktan kültüre geçen görünmez bir zincirdir.

Sosyologlar, utancın yalnızca bireysel bir duygu olmadığını, kolektif bilinç ve toplumsal yapılar aracılığıyla kültürel bir mekanizmaya dönüştüğünü vurgular (Durkheim, 1893; Bourdieu, 1972; Goffman, 1967). Utanç, başta bireyi hizaya getiren bir duyguyken, görenlerin sessizliği ile toplumsal bir norm, hatta bir baskı aracına dönüşür. Haksızlığı gören ama konuşmayanlar, bu mekanizmayı besler; suskunlukları, kültürel hafızada iz bırakır ve kolektif vicdanı uyuşturur.

Durkheim’ın kolektif bilinç anlayışına göre, duygular toplumu birbirine bağlar; Bourdieu’nün habitusu, bu duyguların birey içinde içselleştirilmiş bir biçime dönüşmesini açıklar; Goffman’ın yüz kavramı ise, utancın yalnızca suçluya değil, görenlerin de maskesine bağlı olduğunu gösterir. Bu üç kavram bir araya geldiğinde, sessizliğin toplumsal etkisi görünür hâle gelir: Haksızlığı görenlerin suskunluğu, hem bireysel hem kolektif davranışları şekillendirir.

Ingmar Bergman’ın sözünü hatırlayalım: “Dünyayı bir tek utanç kurtaracak” (Bergman, 1982). Ama burada kritik olan, susturulan utanç değil, görebilenlerin utancıdır. Sessiz kalan görenler, haksızlığın yeniden üretilmesine göz yumar; konuşabilenler ise toplumu değiştirme potansiyeline sahiptir.

Belki de dünyayı kurtaracak olan, haksızlığı görenlerin susmayı bırakmasıdır. Çünkü bir toplum, büyük çığlıklarla değil, sessizliğini bozacak küçük bir cesaretle değişir.