SAVAŞ/DİPLOMASİ: MEDENİYETİN YÖRÜNGESİNİ BELİRLEYEN TARİHSEL GÜÇLER (2)

Tarih, çoğu zaman kazananların hikâyesi olarak anlatılır. Ancak bu anlatının satır aralarında dikkatlice okunduğunda, tarihsel olayların sadece idealler ya da liderlerin karizmatik iradesiyle değil, daha derin ve yapısal gerçekliklerle şekillendiği görülür.

Abone Ol

Tarih, çoğu zaman kazananların hikâyesi olarak anlatılır. Ancak bu anlatının satır aralarında dikkatlice okunduğunda, tarihsel olayların sadece idealler ya da liderlerin karizmatik iradesiyle değil, daha derin ve yapısal gerçekliklerle şekillendiği görülür. Bu derinlikte yatan temel sorulardan biri de şudur: Tarihi yönlendiren savaşlar ve diplomasiler, kendiliğinden mi ortaya çıkar, yoksa onları doğuran evrensel yasalar mı vardır? Bu soruya verilecek yanıt ile tarih felsefesinin en çetin alanlarından birine böylece dokunmuş olunur. Özellikle de savaş ve diplomasi gibi iki zıt ama birbirini tamamlayan olgunun ortaya çıkışında, toplumların maddi refah düzeylerinin etkisi göz ardı edilemez. Zira yoksulluğun sürdüğü toplumlarda savaş bir mecburiyet, zenginliğin hüküm sürdüğü toplumlarda ise diplomasi bir imtiyaz halini alır.

Tarihin ilk organize savaşları incelendiğinde, örneğin M.Ö. 3000’lerde Sümerler ile Elamlılar arasındaki mücadelede, savaşın sadece egemenlik değil, aynı zamanda kaynaklar üzerindeki hakimiyet savaşı olduğu görülür. Tarım ürünleri, su kaynakları ve ticaret yolları, savaşın asıl nedenini oluşturmuş; ideolojik ya da dini gerekçeler ancak birer meşrulaştırma aracı olarak kullanılmıştır. Sümerler’in dönemin diğer toplumlarına göre daha sistemli bir şehirleşmeye ve üretime sahip olması, onları savaşta avantajlı kılmıştır. Maddi refah sadece askeri üstünlüğü değil, aynı zamanda savaşın gerekçelerini de üreten bir araçtır.

Antik çağlarda Atina ile Sparta arasında geçen Peloponez Savaşları da bu denklemle okunabilir. Atina, deniz ticaretinden elde ettiği zenginlik sayesinde bir deniz imparatorluğu kurmuş, ekonomik refahı sayesinde kültür, sanat ve diplomasi alanlarında yükselmişti. Ancak bu refah, Sparta gibi daha kara temelli ve askeri disipline dayanan bir yapıyı tehdit eder hale geldiğinde savaş kaçınılmaz oldu. Savaşın galibi Sparta olsa da, uzun vadede bu zafer ne politik ne de ekonomik istikrar getirebildi. Çünkü refahı üretmeyen bir yapının, zaferi sürdürülebilir kılması mümkün değildi. Bu örnek, savaşın nedeninin çoğu zaman kaynak eşitsizliği olduğunu, diplomasinin ise ancak refah ortamında doğup gelişebildiğini gösterir.

Orta Çağ'da Haçlı Seferleri, Batı Avrupa’nın fakir, parçalanmış feodal yapılarının, zengin Doğu’yu yağmalama arzusunun bir ürünü olarak da görülebilir. Bu seferler, görünüşte dini motivasyonlarla başlatılmış olsa da, gerçekte Bizans ve İslam coğrafyasının zenginliğine erişim arzusuyla şekillenmiştir. Doğu'nun ipek, baharat, bilim ve kültür birikimi, Batı'da maddi ve entelektüel kıtlık içindeki toplumları harekete geçirmiştir. Bu bağlamda, savaş bir köprü değil, yoksulluğun zorladığı bir sıçrama tahtası olarak işlev görmüştür. Öte yandan aynı dönemlerde zenginliğin daha dengeli dağıldığı Endülüs'te, Müslüman, Yahudi ve Hristiyan unsurlar arasında diplomasinin görece etkin olduğu çokkültürlü bir yapı da dikkat çeker. Maddi refah, burada savaş yerine müzakereyi, ortak yaşamı ve entelektüel üretimi beslemiştir.

Yeni Çağ’da Osmanlı-Safevi ilişkileri bu çerçevede dikkat çekici bir başka örnektir. Osmanlı’nın ekonomik olarak daha entegre, ticaret yolları üzerinde etkin ve maliyesi daha düzenli bir yapıya sahip olması, Safevîlerin ise daha kapalı ve tarikat merkezli bir ekonomi yürütmesi, Osmanlı’yı diplomatik masalarda daha baskın bir aktör haline getirmiştir. 16. yüzyılda Osmanlı’nın Fransa ve Avusturya ile yaptığı barış antlaşmaları, diplomasi tarihinin dönüm noktalarıdır. Çünkü bu antlaşmalar artık sadece savaş sonrası barış düzenlemeleri değil, aynı zamanda ekonomik dengenin de yeniden kurulma çabalarıdır. Diplomasi burada savaşın alternatifi değil, onu yönlendiren bir üst strateji haline gelmiştir. Bu da ancak güçlü bir mali yapıyla mümkündür.

Modern çağlara gelindiğinde, Avrupa'daki Sanayi Devrimi sonrası gelişen refah ve ulus devletleri, uluslararası arenada diplomatik ilişkilere daha fazla yatırım yaparken, sanayileşememiş ve sömürgeleştirilmiş toplumlar sürekli olarak savaşın ve çatışmanın nesnesi haline gelmiştir. 20. yüzyıldaki iki dünya savaşı da dâhil olmak üzere, savaşların arkasında ideolojik gerekçelerin yanı sıra, kaynak paylaşımı, pazar genişletme ve ekonomik üstünlük kurma arzusu yer alır. Savaş sadece tanklar ve tüfeklerle değil, aynı zamanda fabrikalar, limanlar, teknolojik üstünlük, demir yolları ve finans sistemleriyle kazanılmıştır.

Diplomasi ise ancak bu kaynakları yönetenlerin, onları korumak ve büyütmek adına geliştirdiği bir araç olarak anlam kazanmıştır. Zenginleşen toplumlar savaşın bedelini hesaplayabildikçe barışı öncelemiş, fakirleşen toplumlar ise savaşın bedelini ödeyemeyecek hale geldikçe onu kader gibi kabullenmiş ve daha arabesk duygular ile hareket ederek savaşı bir çözüm olarak görmüşlerdir.

Bütün bu örnekler göstermektedir ki, tarih tekerrürden ibaret görülse de bu tekrarın kalıbını çoğu zaman kaynak eşitsizliği, dini ve kültürel sebepler ile insani hırslar çizmektedir. Savaş ve diplomasi gibi iki temel tarihsel olgu, toplumların maddi zenginliği ya da yoksulluğu üzerinden şekillenmiş; savaş çoğu zaman yoksulluğun dili, diplomasi ise zenginliğin ayrıcalığı olmuştur. Dolayısıyla tarihsel olayların arkasında evrensel yasalar arıyorsak, bunlardan biri mutlaka şudur: kaynağa hükmeden, tarihe de hükmeder; yoksul olan ise çoğu zaman tarihin değil, tarihçilerin yazdığı notların arasında kalan nesne olmaktan öteye geçemez. Tarih, özne olmayı başaranların öyküsüdür.