SAHİPSİZ MUŞ’UN SAHİPLERİ!

Abone Ol

Muş... Her köşe başında, her kahvehanede, her otobüs yolculuğunda, cami avlusunda ya da bir tarlada ağacın gölgesinde yankılanan o meşhur serzeniş: “Muş sahipsiz!” Bu cümle artık bir halk ezberi, bir iç döküşün değil; bir kader kabullenişinin ağıda dönüşmüş durumu. Oysa mesele “sahip” değil, “sahiplenme” meselesidir. Çünkü Muş, coğrafi olarak Türkiye’nin ortasında olmasa da, tarihsel, kültürel ve insani birikimiyle Anadolu’nun merkezidir. Ama bu merkez, yıllardır siyasi ilgisizlik, bürokratik hantallık, ve entelektüel ilgisizlikle çevresine itilmiş, kendi potansiyelini duvarlara çarpmaktan bitap düşmüştür. Yetenekli insanlarını göçün soğuk yüzüne kaptırmış.

Yaygın olarak siyaset ve siyasetçi, Muş’u genelde sadece seçim zamanı hatırlandığından yakınılır. O zaman seçmeyin. Yollar yapılırken değil, pankartlar asılırken adı geçmiştir. Vaatler bitince, Muş’un sesi de kesilmiştir. Bürokrasi desen, halkın sorununu değil, kendi dosyasını kapatma derdinde olduğundan şikâyet edilir. Bu şikâyetinizi vaktinde ve üst mercilere yapsanıza. Makam odaları ısıtılır, ama Muş’un çocukları hep İstasyon caddesinde üşür. Bu şehirde nice zeki gençler, toprağın altındaki potansiyeli göremeden başka illere göç eder. Çünkü burada “üretim” değil, “bekleyiş” öğretilmiştir. Muş’un asıl sahipsizliği, sadece kurumların ilgisizliğinde değil; yerel aktörlerin de kendi koltuğuna saplanıp kalmasındadır. Değişim şart.

Aydınlar, üniversite çevreleri ve yerel kanaat önderleri ise çoğu zaman suskunluğun konforunu tercih eder. Yazması, konuşması, eleştirmesi gerekenler; protokol sofralarının soğuk çatal bıçak sesleri arasında kaybolur. Bir şehrin uyanışı, sadece yollarla, parklarla değil; fikirle, sorgulamayla olur. Cesaret ilerlemeyi getirir. Ama Muş’ta bu sorgulama çoğu kez “boşver abi, ne değişecek?” duvarına çarpar. Aile ve aşiret rekabetine kurban edilir. Oysa bu toprakların potansiyeli, bir başkent vizyonuna yetecek kadar güçlüdür. Fakat sahip çıkacak yürekler, düşünceler ve iradeler, nedense hep başka yönlere bakar. Başkalarını yar ve yaren olurlar.

Gelişmişlik ve medya açısından da tablo farklı değildir. Ulusal ekranlarda Muş, çoğu zaman ya bir “soğuk rekoru” ya da bir “yardım haberi” ile görünür. Sanki bu şehir, kendi hikayesini yazamayacak kadar acizmiş gibi lanse edilir. Oysa Muş’un toprağı bereketlidir, insanı cefakâr, kültürü köklüdür. Fakat medya, yoksulluğun fotoğrafını çekip “reyting”i aldıktan sonra gider. Gelişmişlik dediğimiz şey, aslında o medyanın çizdiği algının tam tersidir: Gelişmek, bir şehri duygusal ve düşünsel olarak “diriltmek”tir.

Bu kısır döngüyü kırmanın zamanı gelmiş ve hatta geçmiştir. Muş’un sahipleri aranmamalı; Muş’un sahiplenicileri her sahada yetiştirilmelidir. Yerel yöneticiler vizyoner olmalı, üniversite şehirle daha fazla bütünleşmeli, medya kendi insanının hikayesini anlatmalı, sivil toplum “tepkisizlik”ten “üretkenliğe” evrilmelidir. Muş’un gençleri, “burası kaderimiz” demek yerine, “burası sorumluluğumuz” diyebilmelidir. Çünkü Muş sahipsiz değildir; onu sahipsiz bırakan zihinlerdir. Ve o zihin değiştiğinde, Muş sadece doğunun değil, Anadolu’nun da yeniden doğduğu bir vilayet olacaktır.