MÜZİK İLE GEÇMİŞ ARASINDA GÖRÜLMEYEN BAĞ

Abone Ol

Müzik, tarihsel sürecin sadece bir yansıması değil; aynı zamanda onu yönlendiren, şekillendiren ve kimi zaman karşı çıkan bir özne olmuştur. Ne var ki tarih bilimi, çoğu zaman savaşların, antlaşmaların, siyasal yapıların ve ekonomik dönüşümlerin kronolojisine takılı kalmış; müziği ise ancak marşlar, konser belgeleri ya da folklor notları düzeyinde ele almıştır. Oysa müzik, bir toplumun en saf, en dolaysız hafızalarından biridir. Kimi zaman bir ağıtta, kılamda, bazen bir marşta, bazen de protest bir şarkıda karşımıza çıkan bu hafıza, salt ses değil, anlam yüklü bir tarihsel belgedir. Ancak tarihçilerin büyük kısmı bu anlamlı ezgilere kulak kabartmak yerine, onları dipnotlara sığdırarak görmezden gelmiş, mesleki bağlamda kısır kalmıştır.

Ortaçağ Avrupa’sında Gregoryen ilahiler, sadece dini ritüelleri değil, aynı zamanda Katolik Kilisesi'nin siyasal ve kültürel hegemonik etkisini müzikal olarak inşa etmiştir. Kilise, notanın sistemleşmesini teşvik ederken, sadece müzik teorisini değil, tarih anlatısını da yönlendirmiştir. Bu dönemde bestelenen her eser, kutsal metinlerin yorumudur ama aynı zamanda bir iktidar aktarımıdır. Ancak geleneksel tarih yazımında bu müzikler sadece dini kültür başlığı altında ele alınır; onların söylem üreticiliği göz ardı edilir.

Osmanlı coğrafyasına baktığımızda, mehteran sadece savaş alanında moral unsuru değildir. Aynı zamanda imparatorluk kudretinin müzikal temsiliydi. "Ceddin deden" sadece bir marş değil, tarihsel bir meşruiyet anlatısıdır. Mehter musikisinin içeriği, ritmi, çalgısı ve formu; Osmanlı’nın savaşçı kimliğini, disiplinini ve Tanrısal kudret vurgusunu dile getirir. Ne var ki, bu unsurlar, tarih kitaplarında çoğu zaman folklorik bir not olarak geçer, oysa bu müzik biçimi bir ideoloji taşır. Osmanlı'nın müziği, devletin kendini nasıl gördüğünü ve göstermek istediğini ilan eden bir sesli haritadır. Osmanlı Anadolu'sunda saz ve aşıklık geleneği isyan etme ile temayüz etmiş: Köroğlu, Dadaloğlu ve de Pir Sultan Abdal'da düzene bir tür itiraz etmenin yerel sembölü olmuşlardır.

20. yüzyılın başında Latin Amerika’daki “Nueva Canción” (Yeni Şarkı) hareketi, askeri cuntalara ve Amerikan emperyalizmine karşı müziğin nasıl politik bir araç olduğunu gösterdi. Victor Jara’nın sesi, Pinochet’in kurşunlarıyla susturulsa da, müziği hâlâ yankılanmakta. Şili’de bir şarkı, tarihsel bir belgeye dönüşmüş durumda. Sovyetler de Katyuşa şarkısı hem marş hem de rejimin kollektif belleğini temsil eder. Bu tür müzikler arşivlerde değil, meydanlarda doğar ama tarihçiler çoğunlukla o meydanlara bakmaz, arşivle sınırlı kalır.

Aynı dönemde Türkiye’de 1960’lı ve 70’li yılların halk müziği ve protest rock akımı, sadece bir gençlik isyanı değil; sınıf mücadelesi, köyden kente göç, Amerikan etkisine direniş gibi birçok tarihsel başlığın melodik karşılığıydı. Selda Bağcan'ın "Denizlerin Dalgasıyım" ya da Ruhi Su, Cem Karaca, Erkin Koray, Ahmet Kaya ve diğerlerinin şarkıları, şiirleri ve ağıtları dönemin ruhunu belgeleyen tarihsiz metinlerdi. Fakat bu şarkılar çoğu zaman "sol müzik" başlığıyla kültürel bir kenara itildi. Oysa müzik, o dönem yaşanan sosyopolitik dönüşümlerin hem tanığı hem de failiydi. Anadolu'nun Serhat vilayetlerinde dengbêj Reso ve Şakıro gibi enstrümansız söz ustaları, yerel kültürün ve gündelik yaşamın motiflerini kılamlarında toplayıp nesillere aktaran kollektif hafızanın taşıyıcıları olmuşlardır.

Afrika’da apartheid rejimi sırasında Güney Afrika müziği, hem direnişin hem de acının notalarını taşıdı. Miriam Makeba’nın sesi, Nelson Mandela’nın hücresinden çıkmadan çok önce özgürlük talebini dünyaya taşıdı. Batı merkezli tarihçilik ise çoğu zaman bu müzikleri “yerel renk” olarak görmekte, onların tarih yazımına katkısını reddetmektedir.

Balkanlar’da Yugoslavya’nın çözülüş süreci, müzik aracılığıyla halklar arasında hem duygusal hem kültürel bağları sürdürmeye çalıştı. Bugün dahi eski Yugoslav halkları, birbirlerinden siyasi olarak ayrılsalar da, ortak müzikal miras sayesinde geçmişi bir tür müşterek duyumsal hafıza olarak taşımaktadır. Bu bağlamda müzik, tarihsel kopuşları onaran sessiz bir el gibi çalışmaktadır. Ancak ulus-devlet merkezli tarih anlatıları, bu sesleri "millî olmayan" ya da "nostaljik" bularak dışlar.

Sonuç olarak, tarih disiplini, müziği bir belge olarak değil, ancak bir fon müziği gibi ele aldığı sürece, toplumsal hafızanın önemli bir damarını yitirmeye mahkûmdur. Müziğin tarihselliği; sadece bir dönemi betimlemekle kalmaz, onu üretir, ona karşı çıkar, onu yeniden anlamlandırır. Müzik, tarih kadar ciddiye alınmalıdır. Tarihçiler, metinlerin, belgelerin ve haritaların ötesine geçip kulaklarını geçmişin sesine açmadıkça; tarih, eksik kalmaya devam edecektir. Çünkü her devrin bir şarkısı, her isyanın bir melodisi, her yıkımın bir ağıtı ve her kurtuluşun bir marşı vardır. Ve bu sesleri duymayan tarihçi, sadece sessizliğin tarihini yazabilir.