“Yaşam bazen sana inanılmaz zorluklar çıkartacak. Kendini soluksuz hissedeceksin! Yapayalnız... Çaresiz... Kimsesiz… Bir başına… "Değer mi ulan" diye soracaksın kendine! İşte o an ki kararın seni "sen" yapacak.” Gecenin bir vakti, bir soluksuz hüzün deminde geldi bu mesaj. Bir kararın eşiğinde tuttu yakamdan: “Nereye! Her sabah yeniden başlayabilesin diye ümidi içinde diri tutan Allah var…” Ne çok sabrettik bu memlekette. Sessizliğe, hissizliğe, bilmişliğe, bilmemişliğe, iç’sizliğe, miş’liğe… Şehrin adı bile cuk oturmuş, Muş… Her şey –muş gibi; yapıyor-muş gibi, cesur-muş gibi, adam-mış gibi, savunuyor-muş gibi, çalışıyor-muş gibi, biliyor-muş gibi… Bakınız abiler, ablalar; buna alıştık eyvallah ama görüp de şakşakçılık yapmak nedir! –muş gibi olduğunu bilip takdir etmek nedir! Adamı tanır bilirim, ihanetin ortasında filizlenmiş adı ama ben dava adamıyım diye naralar attığında etrafında birikip bunu tasdikleyen karaktersizlerle doldu taştı memleket. Arkasından vatan haini dediğinin yüzüne sen hangi cibilliyetle “kahraman budur” diye baş tacı edersin. İçki masasından kalkmadığını bildiğin adama ne diye şeyhim dersin. Günahı, yanlışı ona kalmış ama sen olmayan bir şeye neden –muş gibi tavır gösterirsin! Ülkeye ince hastalık gibi musallat oldu liyakatsizlik. Adını dahi bilmediği işe talip olmak, o işi yapıyor-muş gibi yapmak, biraz şöhret, itibar görmek için kılıktan kılığa girmek, evine döndüğünde hissizlik denizinde yüzmek meşrulaştı. Riya meşrulaştı! “Bu adam bu işi yapamaz arkadaş!” demek zor gelince, “madem bu işe o geldi aramı iyi tutayım” riyası kokuttu memleketi. Çözüm? Bir gün bir ekip kurmamız gerekti, ekibe dâhil ettiğim iki isme büyük tepkiler geldi: “Yahu bunlar zamanında senin kuyunu kazan iki kişi, ne işleri var burada!” Bu memlekette bu işi onlardan daha iyi yapacak kimse yoktu, cevap bu kadar basit. Yapıyor-muş gibi yapanlarla zaman kaybedecek kadar ahmak değilsen yapanı bulup getirirsin, düşmanın dahi olsa. İşi bilene değil, eşine dostuna vere vere liyakatsizliğe de göz yumar olduk. Proje üretmesin, vizyonu olmasın, iki kelamı bir etmesin ama yarın öbür gün işim düşer, olacaksa benim olsun mantığı yüzünden bu memlekette hiçbir şey olduğu yok. Zaten kırk yılda bir, işin ehli birilerini gördük mü yadırgayıp taşlıyoruz. Meyve veremezsin sen burada diye köküne göz dikiyoruz. Adam çalıştığında “göz boyamak için yapıyor” safsatasıyla kendimizi rahatlatmaya çalışıyoruz. Başarıdan korkar olduk, içimize bir is sindi. Sessiz sedasız karardı iyi gören gönlümüz, iyiyi gören… Netice? Yaradılışının gayesini unutup nefes alıp veren bir ot olmamak için –muş gibiden uzak durup hakkını verebileceğim her ne varsa canım ve kanımla tâlibim! Hakkını veremeyeceğim işe burnumu sokmaktan, hakkını veremeyenlere alkış tutan olmaktan Allah’a sığınırım…