Kuraklık artık yarının değil, bugünün felaketi. Toprak derin bir iç çekişle çatlıyor, göller çekiliyor, nehirler can çekişiyor ama şehirlerin gürültüsü içinde bu sessiz çığlık kimsenin kulaklarına ulaşmıyor. İnsanlık, suyun sonsuz bir nimet olduğunu zanneden kör bir rahatlığın içinde yaşamaya devam ediyor. Oysa her geçen gün içtiğimiz bir bardak su bile bir mucizeye dönüşüyor.
Dünyanın farklı coğrafyalarında kuraklık bir doğa olayı değil, bir yaşam biçimi hâline geldi. Afrika’nın doğusunda Etiyopya ve Somali milyonlarca insanı etkileyen su krizleriyle boğuşuyor; tarım durma noktasına gelirken açlık kapıları tıklatıyor. Güney Amerika’da Şili’nin birçok bölgesinde su kotayla dağıtılıyor. Avrupa’da İspanya ve Portekiz, kuruyan rezervuarlarla tarımı ve turizmi aynı anda kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. Ama biz hâlâ “bizim buralara bir şey olmaz” rehavetinin sarhoşluğundayız.
Elbette felaket sadece uzak coğrafyaların kaderi değil. Türkiye de yıllardır su stresi yaşayan ülkeler kategorisinde. Barajlarda doluluk oranlarının hızla düşmesi, içme suyu kaynaklarının kirlenmesi, yer altı sularının kontrolsüzce çekilmesi artık alarm değil, çan sesi. Ancak bu ses duyulmak istenmiyor. Çünkü toplum hâlâ tüketerek mutlu olmanın sahte konforuna sıkı sıkıya tutunmuş durumda.
Bazı ülkeler kuraklıkla mücadele için radikal adımlar atıyor: İsrail damla sulama teknolojileriyle tarımda su kaybını minimuma indirdi; Hindistan yağmur hasadı projeleriyle milyonlarca haneyi destekledi; Avustralya su kullanımını yasalarla sıkı şekilde düzenleyerek tarımsal sulamayı modernize etti. Bu ülkelerin ortak noktası, felaket kapıya dayanınca değil, uzaktan görünürken harekete geçmiş olmaları. Biz ise tehlike ensesinde olmasına rağmen hâlâ davranışlarımızı değiştirmeyi erteliyoruz.
Toplumun büyük kesimi, musluktan suyun akmasının doğal bir hak, sınırsız bir kaynak olduğunu zannediyor. Bahçeler hâlâ hoyratça sulanıyor, gereksiz tüketim günün bir rutini, şehirlerde kayıp-kaçak oranları yüzde 40’larda dolaşıyor. Kısacası herkes kuraklıkla mücadelede başkalarının bir şey yapmasını bekliyor. Böylece su tükenirken, biz sorumluluktan ustalıkla kaçıyoruz.
En acı olan ise yöneticilerin ve kurumların bu krizi yönetmekteki ağır adımları. Birkaç yüz metrelik bisiklet yolu açarken yapılan törenler ve gösterişli açılışlar, su tasarrufu projelerinde nedense yok. Şehir planlamaları hâlâ beton ve asfalt üzerine kuruluyor, yeşil koridorlar ve su döngüsünü güçlendirecek ekolojik yatırımlar bütçenin en alt sırasına sıkıştırılıyor. Oysa kuraklık siyasi bir mesele değil; gelecek nesillerin varlık meselesi.
Kuraklık bir kader değil, ihmalin sonucudur. Toplumsal bilinç eksikliği, plansız yapılaşma, kontrolsüz tüketim ve yönetimsel basiretsizlik birleştiğinde ortaya çıkan bu tablo, aslında yıllardır bilinen ama görmezden gelinen bir gerçekliğin yansıması. Bugün izlediğimiz bu film, yarın yaşayacağımız büyük bir çöküşün fragmanı niteliğinde.
Artık bahanelerin ardına saklanma zamanı değil. Su yoksa hayat yok. Bu kadar net. Toplum olarak uyanmazsak, yöneticiler gerçekçi ve cesur adımlar atmazsa, her birey tüketim alışkanlıklarını değiştirmezse önümüzdeki yıllar sadece daha sıcak değil, daha acı olacak. Dünya çatlıyor, biz de onunla birlikte çatlamadan önce gerçeği görmeli ve hızla harekete geçmeliyiz. Çünkü suyun olmadığı bir dünyada hiçbir başarı, hiçbir konfor, hiçbir şehir ayakta kalamaz.