GÖZÜN KÜLTÜREL, POLİTİK VE FELSEFİ HAFIZASI

Abone Ol

İnsanın bakışı, yalnızca görme eylemi değildir; bir medeniyetin, bir çağın ve bir ruhun aynası olmakla da nitelendirilir. Göz, bedende en sessiz ama en derin konuşan organdır. Tarih boyunca insanın bakışı, gücün, korkunun, sevginin, aidiyetin ve direnişin simgesi olmuştur. M. Foucault’nun “gözetim toplumu” kavramında belirttiği gibi, bakış yalnızca bireysel bir deneyim değil, iktidarın görünmez ağıdır. Panoptikon’un soğuk gözleri, bireyin kendini sürekli izleniyor hissiyle terbiye etmesini sağlarken, bakışın politik bir mekanizma olduğunu da açık eder. Bu nedenle göz, sadece görmez; denetler, belirler, hatta hapseder.

Antropolojik olarak bakış, toplulukların birbirini tanımlama biçimlerinden biri gibidir. Bir toplumun bakışı, bir başkasının varlığını ya “insan” ya da “öteki” olarak algılar. E. Said’in oryantalizm ile ilgili yazılarında belirttiği “Batı’nın Doğu’ya bakışı” tam da bu kültürel kodun tarihsel izini taşır. Batı’nın egzotikleştirici, küçümseyici ama bir o kadar da meraklı bakışı, Doğu’yu sadece bir coğrafya değil, bir tahayyül olarak inşa etmiştir. Demek ki bakış, kültürel bir aynadır; neyi görmek istediğimizi, kim olarak gördüğümüzü, kime nasıl baktığımızı belirleyen bir toplumsal seçimdir. Doğulular da boş durmaz Oksidentalizm kavramını ortaya atarak Batıyı tanımlamak istediler.

Sanatta bakış, anlamın doğum yeridir. Rönesans resimlerinde göz, Tanrısal bir ışığın taşıyıcısıyken, modern resimde göz artık bireyin ruhsal karmaşasını açığa çıkarır. Portrelerde gözler insanın iç derinliğine pencere olur; İspanyol ressam Picasso’da ise parçalanmış bakış, modern insanın bölünmüş benliğini temsil eder. Göz, sanatın en kadim sembolüdür çünkü insanın kendine bakışıyla başlar estetik farkındalık. Amerikalı yazar ve eleştirmen S. Sontag, fotoğrafın etik boyutunu tartışırken bakışın şiddetinden söz eder; bir görüntüye nasıl baktığımız, aslında o görüntüye nasıl davrandığımızın göstergesi niteliğindedir.

Bakışın tarihi aynı zamanda politik jargonda bir hiyerarşi tarihidir. “Bakılan” ve “bakan” arasında kurulan güç ilişkisi, toplumsal cinsiyetin, sınıfın ve otoritenin sınırlarını çizer. Feminist teori, özellikle İngiliz filim yapımcısı L. Mulvey’nin “erkek bakışı” kavramıyla sinemada bu yapıyı açığa çıkarmıştır. Kadın bedeni, kameranın ve izleyicinin bakışıyla nesneleştirilir; bakışın sahibi erkek, bakılan ise kadındır. Bu, yalnızca sinemada değil, gündelik yaşamda da bakışın politik doğasını gösterir. Göz, bir egemenlik aracıdır.

Felsefi olarak bakış, insanın varlıkla kurduğu ilk temastır. Birçok düşünür “öteki ve bakış” kavramları arasındaki ilişkiyi insanın özgürlüğünü tehdit eden bir aynanın varlığı gibi yorumlar. Birinin bizi izlediğini fark ettiğimizde artık kendi öznel benliğimizde değil, o bakışın belirlediği bir roldeyizdir. Fransız düşünür J. P. Sartre, bakışı “varoluşsal bir işgal” olarak görür. Dolayısıyla, bakışın felsefesi, insanın hem varlığını hem de görünürlüğünü sorgulama biçimidir: Gözün görmesi, aslında bir yargıdır.

Sosyolojik düzlemde, bakış toplumların modernleşme serüveninde değişir. Geleneksel toplumda bakış, mahremiyetin sınırları içindedir; yabancıya uzun süre bakmak terbiyesizliktir. Oysa modern şehirde bakış, anonimleşir; kalabalıkta birbirine değmeyen gözler, bireyselliğin sessizliğini kurar. Reklam panoları, ekranlar, sosyal medya görüntüleriyle çağımız, “görselliğin diktatörlüğü” altına girmiştir. Artık bakış, tüketimle birleşmiştir. İnsan gözünü doyuramaz hale gelmiş, görsel hazlarla yönlendirilen bir varlığa dönüşmüştür.

Tarihin uzun akışında göz, hem bilginin hem de iktidarın simgesi olmuştur. Eski Mısır’daki tanrılardan “Horus’un Gözü” koruyucu bir sembolken, modern çağda “Büyük Birader”in gözü izleyen ve korkutan bir mekanizmadır. Yani göz, kültürler arası bir arketiptir: hem kutsal hem tehlikeli. Bu yüzden sanatçılar, filozoflar ve düşünürler gözün anlamını sürekli yeniden yazmıştır. Bakışın dili evrenseldir ama manası yereldir; her kültür kendi tarihsel belleğini gözün içine işlemiştir.

Bugün insanın bakışı, bir sorgulama alanıdır. Kime nasıl baktığımız, kimin bakışından korktuğumuz, neyi görmek istemediğimiz üzerine yeniden düşünmek gerekir. Çünkü bakış, yalnızca dış dünyayı değil, iç dünyamızı da şekillendirir. Belki de artık “görmek” yerine “anlamak” çağındayız. Bakışlarımızı yüzeyden derine, gösteriden öze çevirebilirsek; göz, yeniden insanlığın vicdanı olabilir. Bakışın tarihi bitmemiştir. Çünkü her insanın gözünde yeni bir çağ başlar. Bu çağ, kendi özgün duruşunuz ve bakışınız ile başlar. Başka birisinin ardında, yanında veya gölgesinde kalarak değil...