BİR SU DAMLASININ UYGARLIKLARI YOĞURMASI

Abone Ol

Aslında insanoğlu toprağın efendisi olmadan evvel, suyun bendesi olmuştur. Tarihin benzersiz koridorlarında gezinirken karşımıza çıkan hemen her medeniyetin ilk durağı bir nehir kıyısı, bir göl çevresi ya da bir su kaynağı olmuştur. Nil olmasaydı Mısır olur muydu? Dicle ve Fırat kuru bir çoraklığa karışsaydı Sümer’in çivi yazısı kumlara mı savrulurdu? Hayır. İnsanlık suyun olduğu yerde kendinden kök saldı, suyun olduğu yerde dillerini buldu, inançlarını buldu, düzen ve hiyerarşi buldu; ve elbette ki kavga ya da savaş buldu.

Anadolu bu anlamda yalnızca kıtaları değil, suları da birleştiren bir nadide geçiş coğrafyası oldu. Hititlerin başkenti Hattuşa’da, o dev taşlarla örülü yer altı su tünelleri, yalnızca mühendislik harikası değil; aynı zamanda bir tanrısal korkunun ve suya duyulan bağlılığın ifadesi gibidir. Friglerin kayaları oyarak yaptıkları sarnıçlar, bir yandan hayatın ritimlerini depolarken, bir yandan da suyun yokluğunda medeniyetin ne denli kolay eriyip gideceğini fısıldar gibidir. Lidyalılar, altınlarını ırmaklardan toplayıp zekâ ve ticaretle büyürken, sularını savunamadıkları gün tarihten silinmişlerdir.

Anadolu'da İslami mirasta su bir "hikmet" meselesidir. Kervansarayların ortasına yerleştirilen şadırvanlar, hem yorgun yolcunun abdestini tazeler hem de iç huzurunu. Osmanlılar dönemindeyse su mimarinin merkezine oturur. İstanbul’un Mimar Sinan imzalı çeşmeleri, külliyeleri, sebilleri yalnızca su dağıtmaz; aynı zamanda estetik, sadaka ve sembolizm dağıtır. Fakat ne yazık ki, her medeniyetin başına geldiği gibi, su bolken harcanmış, kıtlık başlayınca medet mumla aranmıştır. Suyun hikmetten çıkıp hikmete dönüştüğü o anlarda ise halkın sabrı taşar; tıp ki nehirler gibi.

Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise su, yalnızca bir kaynak değil, aynı zamanda bir kalkınma göstergesine dönüşür. Atatürk’ün bizzat dile getirdiği “köylü milletin efendisidir” sözünün arkasında yatan niyetin temelinde, köylünün suya kavuşması vardır. Cumhuriyetin erken yıllarında kurulan Devlet Su İşleri (DSİ), yalnızca baraj değil, umut inşa eder. Ancak gel zaman git zaman, barajlar gövdesinden çok, açılış töreniyle konuşulur hâle gelmesi tarihsel bir kırılmadır. Her seçim öncesi barajın kapakları açılır, oy sandıkları kapanır.

GAP Projesi ise cumhuriyet tarihinin hem en büyük, hem de en çok tartışılan su hamlesi olur. Fırat ve Dicle üzerine kurulan barajlar sayesinde Güneydoğu’daki çorak topraklar verime kavuşur; fakat aynı zamanda köyler su altında kalır, tarih boğulur. Hasankeyf’in taşları hâlâ suya bakarak ağlamaktadır. Ekonomik kalkınmanın bedeli, kültürel mirasın sular altında kalması olmuştur. Nehrin suyu barajda tutulmuş ama halkın hafızası nehrin akıntısıyla birlikte sürüklenip gitmiştir.

Suyun siyasi tarih içindeki yeri ise başlı başına bir dramadır. Osmanlı’nın son dönemlerinde kuraklık, Anadolu köylüsünün cebinden vergiyi alırken toprağından da ümidi almıştır. Su kanalları kurumuş, vergi borçları şişmiştir. Tanzimat fermanında “herkesin malı canı devlete emanet” denmişken, köylünün bostanı suya hasret kalmıştır. Cumhuriyet yıllarında ise barajlar birer medeniyet nişanesi gibi görülmüş; Keban, Atatürk, Karakaya barajları sadece elektrik değil, ideolojik aydınlık da vadetmiştir. Fakat barajın yapıldığı köylerde suya kavuşmadan başka diyarlara göç edenlerin hikâyeleri, devletin suyla kurduğu ilişkiye dair acı bir ironidir.

Toplumsal kültürde ise su, hem temizliğin hem de kutsallığın metaforudur. Anadolu köylerinde sabah suya uyanılır, akşam suyla uğurlanır. “Su gibi aziz ol” duası, yalnızca bir iyi dilek değil; aynı zamanda bir toplumsal değer ölçüsüdür. Fakat modern zamanların apartman dairelerinde su, musluktan akar ve musluğu açanın ruhuna dokunmaz. Oysa su, bir köy çeşmesinin başında dillenen türküde, bir imamın cenazede döktüğü tas suyu kadar anlamlıydı. Şimdi plastik şişelerde “kaynağından” geldiği iddia edilen sularla nostaljiyi içiyoruz.

Bugünün dünyasında su hâlâ savaş nedenidir. Fırat’ın yukarısında kurulan baraj, aşağısındaki ülkede susuzluk ve diplomatik kriz yaratır. Su politikaları çevresel değil, jeopolitiktir. Ve her ne kadar musluklardan su akıyor gibi görünse de, aslında suyu kontrol edenlerin gücü gün geçtikçe artmaktadır.

Sonuç olarak, su sadece hayat değil; aynı zamanda hayatın nasıl yaşanacağına dair bir tercih, bir ideoloji, bir hafıza meselesidir. Anadolu topraklarında su, nehirler boyunca kültür taşımış, medeniyetleri beslemiş, devletleri ayakta tutmuş; ve nihayetinde, ihmale uğradığında yıkımı beraberinde getirmiştir. Suyun akışı durdurulamaz belki ama yönü değiştirilebilir. Bu yön değişikliği bazen bir pınarı şehir yapar, bazen bir barajı toplumsal fay hattına dönüştürür. Ve ne tuhaftır ki, tarihin seyrini değiştiren bu müdahaleler, çoğu zaman bir damlanın ardından başlayan büyük taşkınlarla sonuçlanmıştır.