1 Ağustos’a dikkat: VEDAŞ'tan Muş’un iki ilçesine kesinti uyarısı
1 Ağustos’a dikkat: VEDAŞ'tan Muş’un iki ilçesine kesinti uyarısı
İçeriği Görüntüle

HABER49-www.haber49.net ekibi olarak Ankara Gazi Üniversitesi'nde görevli akademisyen Prof. Dr. Kemal Sinan Özmen ile yeni kitabı “Babamın Sandığı”nı konuştuk.
1980 darbesinin gölgesinde büyüyen Muşlu bir çocuğun, yıllar sonra babasının sandığını açmasıyla başlayan roman; bireysel bir yasla, kolektif bir hafızanın iç içe geçişini anlatıyor. Özmen, sessizlikle örülmüş bir geçmişin, edebiyatla nasıl dile geldiğini Haber49'a anlattı.

X-3

-“Babamın Sandığı” ülkemizin en köklü yayınevlerinden Bilgi Yayınevi tarafından yayımlandı. Çok katmanlı, çok sesli bir romanla karşı karşıyayız. Sizce bu roman esas olarak neyi anlatıyor?

"Babamın Sandığı, bireysel bir yas süreciyle başlayıp toplumsal bir yüzleşmeye evrilen bir hikâyeye odaklanıyor. İlk bakışta bir baba-oğul anlatısı gibi durabilir ama roman geliştikçe okura çok daha fazlasını sunuyor: Kopmuş ailevi bağlarının, bastırılmış hafızanın ve ertelenmiş konuşmaların romanıdır. Ozan karakteri, babasının vedasından sonra açtığı sandıkla birlikte geçmişe değil, kendine ve yaşadığı bağlama dönüp bakıyor. Sandığın içinden çıkanlar yalnızca bir adamın eşyaları değil; bir dönemin suskunluğu, bir çocuğun yarım kalmış soruları, bir toplumun hâlâ konuşmadığı şeyler. Ardından sandıktan çıkan nesneler Ozan’ı bazı insanları bulmaya itiyor. Roman bu aşamadan sonra farklı karakterlerin yaşamlarıyla çok sesli bir boyut kazanıyor. Aslında bizlerin yaşamı gibi; hepimiz uzaktan bakınca tek düze, yaklaştıkça karmaşıklaşan yaşam öykülerine sahibiz."

-Romanın geçtiği coğrafya da dikkat çekici. Muş sıklıkla anılıyor, Muşlu karakterler öne çıkıyor. Neden bu yöreyi seçtiniz?

"Muş’ta doğdum, büyüdüm ve o toprağın insanı olarak memleketimi iyi tanıyorum. Oranın kültürüne, diline, çelişkilerine aşinayım. Romanda memleketi odağa aldım, çünkü Muşlu insanların sevgiyi de, nefreti de, inancı da, inatçılığını da çok yoğun deneyimlediğini biliyorum. Onlarda duygular filtrelenmeden yaşanır. Bu da bir yazar için çok verimli bir damar sunuyor. Aynı anda hem çok kırılgan hem çok dirençli olabilen insanlardan bahsediyoruz. Birini hem ölesiye sevip ondan ölesiye nefret edebilen, kadim Anadolu kültürünün öğelerini çok güzel yansıtan insanları romanın merkezine aldım.
Örneğin romandaki Hikmet Hoca karakteri, belki bir anlamda kendi çocuğunu ve ailesini ihmal edip meslek gereği onlarca çocuğu yetiştirmek için mücadele veriyor. Bu durum, bizim oralar için çok da tuhaf veya beklenmedik değildir. Yahut Güney, ilk eşini öyle seviyor ki yaşadığı talihsizlikten sonra yaşama küsebiliyor, sonra büyük bir mücadeleye atılıyor; gördüğünüz gibi hiçbir duygu sıradan veya sığ değil. Yaz ile kış mevsimleri arasında 70-80 derece olan bir toplum, hiçbir şeyi olağan düzeninde yaşayamıyor."

S-16

-1980 darbesi romanda belirgin bir arka plan. Bu dönemi neden merkeze aldınız?

"Aslında dediğiniz gibi darbe romanın fonunda hep duruyor. Yaşamımızda da böyle değil mi? Darbelerin, politik ekonominin etkilemediği hane var mı? Öte yandan insanlar, yaşamlarını tahlil ederken hep kendi içlerine bakıp günahı da sevabı da kendi kişiliklerinde bulur ve çoğunlukla hakiminin de mahkumunun da kendileri olduğu bir tür vicdan mahkemesinde yaşamlarını yargılar. Oysa bu, yanlış ve eksik bir değerlendirme yöntemi. Yaşamlarımız ülkenin politik, ekonomik ve sosyal dinamiklerinden bağımsız ilerlemiyor. Kişiliğimin bir parçası dediğimiz çoğu şey çirkin bir kıyafet gibi üzerimize zorla giydirilebiliyor. Bu anlamda Babamın Sandığı yaşama tek açıdan bakan siyasi bir roman değil, yaşama geniş bir açıdan yaklaşarak okura haklıyla haksızın, suçluyla suçsuzun, iyiyle kötünün iç içe girdiği çoğul bir öykü anlatıyor. Özetle bize bizim öykümüzü anlatıyor; yargılamadan, suçlamadan ve etiketlemeden. Bu açıdan, şu an kırklı, ellili yaşında olan insanların yaşamını anlatırken darbeyi yok sayarsanız, eksik bir resim sunarsınız."

-Romanda hafıza önemli bir tema. Sandık da bir metafor. Neyi simgeliyor bu sandık?

Sandık hem somut bir nesne, hem de güçlü bir simge. Türkçedeki 'sandığa gömmek' deyimi gibi, bazı şeyleri saklamak, gizlemek, yok saymak ama yine de onlardan kopamamak. Öte yandan sandık 'sanmak' fiiline de gönderme yapıyor, babamın zannettiği anlamında, çünkü doğal olarak herkes geçmişine kendi bakış açısından bakıyor. Tüm bu imgelem ve ses-söz oyunları içinde sandık şunun metaforu: Lacan, 'Usulüne göre gömülmeyen her şey sonradan hortlar' der. Geçmişinden kaçmak, üzücü ve kırıcı zamanları unuttuğunu zannetmek, senin için önemli ve kıymetli olan insanlarla yüzleşmeyi ötelemek, yani özetle hafızayı bastırmak uzun vadede kişiye daha büyük sıkıntılarla gelir; usulüne göre unutulmayan her şey hortlayıverir. Amacım buna vurgu yapmaktı. Romandan bir paragrafla yanıtımı tamamlayayım:
'Hepimiz birbirimizin devamıyız; başı, sonu, tekrarı ve uzantısıyız. Her ne kadar bireysel yaşam öykümüz olsa da ve buna çoğunlukla körü körüne saplansak da yaşananların ve yaşanacakların uzamında bir noktayız sadece. Dalları yüklü elma ağacında bir elma, ilkbaharda yaylaları kaplayan rengarenk çiçek tarlasında bir gonca ve karanlıkta usul usul yağan narin bir kar tanesiyiz. Aynı anda hem tek başına eşsiz hem de tüm bunların yarattığı senfoninin umut dolu ezgisiyiz. Böylesine bir ve bütün olduğumuzu anladığımız gün acılarımızdan azat olacağız."

G-9

-Kitabın dili özenli ve şiirsel bir tonu var. Bu yapıyı bilinçli mi kurdunuz?

"Anlatımın biçiminin içeriğin taşıyıcısı olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bu, bilinçli bir tercih. Babamın Sandığı bir hatırlayış romanıysa, o zaman dil de zaman gibi dalgalanmalıydı. Mektuplar, anı parçaları, şiirler, şarkı sözleri, ses kayıtları... Bunların her biri yapının bir parçası. Bu ritmi özellikle kurmaya çalıştım çünkü Ozan’ın iç dünyası böyle işliyor. Çocukken sevdiklerinden kopan ve bir yetişkin olarak yeniden bağ kurmaya çalışan bir kişiyi ele aldım; bunu da düz bir deyişle anlatamazdım."

-Bu roman kişisel bir hikâyeden mi doğdu?

"Her roman bir parça kişiseldir ama bu kitap benim anılarım veya otobiyografim değil. Kendi yaşamını romanda ele almanın büyük bir lüks olduğunu düşünüyorum. Kişisel yaşamım neden okunacak kadar mühim olsun? Öte yandan 'Hayatımı yazsam roman olurdu' derler ya, bu söze ikinci romanında ne yazacaksın diye sormak gerekir. Babamın Sandığı kişisel bir öykü değil ama benim ve benden biraz büyük olan herkesin ortak, memleket öyküsüdür diyebilirim."

-Roman üzücü bir öyküyü anlatıyor ama yer yer umut da hissediliyor ve insanı gülümseten bolca sahne var. Bu tespitten hareketle romanın işlevini, duygusal atmosferini nasıl tanımlarsınız?
"İnsan son soluğuna kadar umudunu canlı tutmalı; kendine, yaşama ve memleketine dair. Aksi halde zihni ve yüreği karanlığa gömülür. Öte yandan iyi edebiyat veya iyi sanat umut vermek zorundadır. Eğer sadece dert, tasa anlatmak isteyenler varsa bunu okura değil psikoloğuna anlatmalı. Dolasıyla yaşıyorsak umut vardır, fakat sinema salonunda mısır yiyerek umutlanmaktan bahsetmiyorum; mücadele ederek, çalışarak, çok çalışarak ve inanarak yaşamak zorundayız, anlamak, üretmek ve anlatmak zorundayız. Roman tam olarak bu duygu durumunu yansıtıyor."

Muhabir: MUHAMMED BUĞRA HAS